Gılgamış gür saçlarını yıkadı, bir çatkı bağladı başına,
Ve ensesine kadar indirdi örülü saçlarını,
Kirli çamaşırını çıkarıp temizini giydi,
Dökümlü cenk urbasına sarınıp,
İşlemeli kemerini kuşandı beline,
Krallık tacını da geçirince başına,
Prenses İştar bakakaldı Gılgamış'ın güzelliğine,
Haydi Gılgamış, evlen benimle, dedi ona;
"Sun bana hediye olarak meyveni, kocam ol, karın olayım ben de,
Göktaşından ve altından, tekerleri saf altından,
Dizginleri amberden ve atılgan fırtınalar koşulmuş,
Ve de güzel kokulu katranlar arasından,
Sarayımıza götürecek bir arabayla donatacağım seni Gılgamış,
Ve sen oraya girince, ayaklarını öpecek (secde edecek) en yüce rahipler,
Ve dize gelecek senin önünde krallar, beyler ve prensler,
Dağın ve ülkenin tüm ürünlerini sunacaklar sana,
Keçilerin üçüz, koyunların ikiz yavrulayacak,
Katırları aratmayacak sıpaların,
Yarışta birinci gelecek arabanın atları,
Ve bir eşi daha olmayacak boyunduruklu öküzlerinin."
Ama Gılgamış açtı ağzını, söze başladı ve dedi ki Prenses İştar' a,
"Eğer evlenirsem seninle, neler sunmam gerekecek sana?
Güzel kokular ve giysiler mi, turfanda meyveler mi?
Bir tanrıçaya layık yiyecekler mi?
Ve şahane içkilerle gidermek mi susuzluğunu?
Sarmalamak mı seni bir harmaniyeyle?
Hayır, istemiyorum karım olmanı senden,
Çünkü sen soğukta ısıtmayan bir çoban ateşisin,
Kırık bir kapısın rüzgârlara, fırtınaya kar etmeyen,
Çöken bir saraysın en güçlü kralların üzerine,
Bir filsin koşumunu yere çalan,
( Bottero Fil’in binek ve yük hayvanı olarak Mezopotamya’da kullanılmadığına dikkat çekiyor ve Gılgamış Destanının filin yaygın olarak kullanıldığı Hint kültürü ile ortak yanları olduğunu söylüyor. )
Bir katransın dokunanın ellerine yapışan,
( Katranın kirlilik/günah anlamı taşıdığını zift ve katrandan söz eden 11. bölümü okurken tekrar hatırlamamız gerekecek. )
Yırtık bir şarap tulumusun taşıyanın üstüne boşalan,
Bir kireç taşısın ıslanınca çöken ve taş duvarı çökerten,
Bir koçbaşısın sana bağlı bir ülkenin surlarını yerle bir eden,
Bir ayakkabısın giyenin ayağını vuran,
Âşıklarının bir tekini bile,
Tammuz, Gökkuzgun, sevmedin ölesiye,
Gözdelerinin hiçbiri kurtulamadı senin tuzaklarından,
Gel anlatayım sana sevgililerinin acıklı öyküsünü,
Tammuz'a, gençliğinde sevdalandığın delikanlıya,
Her yıl yas tutulması senin yüzünden,
( Temmuz ayına adını veren Tammuz, Tanrıça İnanna’nın (İştar) mitolojik sevgililerinden biridir. Sümerler ona “Çoban Dumuzi” diyor. Efsaneye göre İştar yeraltı dünyasına girdiğinde çıkmak için kendi yerine onu bırakmış. Her yıl sonbahar geldiğinde ölüp yeraltına girer, ilkbaharda dirilip tekrar yeryüzüne çıkarmış. Bereket getirdiği için öldüğünde yas tutulur, doğduğunda nevruz bayramı kutlanırmış. Bu bayramların zaman içinde Hızır-İlyas (Hıdırellez) törenlerine dönüştüğü söylenir. )
Rengârenk Allallu’yu sevdin,
(Allallu Hindistan’a özgü renkli bir kuş, Gökkuzgun diye biliniyor. Bu örnek de Hint kültüründen paylaşılmış görünüyor. Muhtemelen Hindistan’da anlatılan meşhur bir aşk hikâyesinden söz ediliyor. )
Sonra onu da vurup kanatlarını kırdın,
Sığındığı ormanda kappi kappi (Ah kanatlarım, ah kanatlarım) diye bağırıp duruyor şimdi,
( Asur dilinde "kappi” kanatlarım anlamı taşıyormuş. Bu deyişi çok eskiden aynı kelimelerle bir şiirde okuduğumu hatırlıyorum. Ömer Hayyam, Sadi Şirazi, Mevlana veya onlara yakın bir yerlerde. Bu anlatımlar, çok yakın zamanlara kadar tüm Ortadoğu’yu etkilemiş görünüyor. )
Aslan, gücüne erişilmez Aslan'ı sevdin,
Sonra tuzak üstüne tuzak kurdun ona da,
At, savaş tutkunu At'ı sevdin,
Sonra meşin kırbaç'a layık gördün onu,
Yedi Beru yarışlara, bulandırdığı suyu içmeye,
Anası Silili'yi yas tutmaya mahkûm ettin,
( Gerek Bottero gerekse Landsberger, “Silili” kelimesi hakkında yeterli bilgi olmadığını söylüyorlar. Bazı araştırmacılar ise Grek mitolojisindeki kanatlı at Pegasus’tan hareketle Babil mitolojisine ait göksel kısrak olduğunu düşünürler. Evet ama İnsan suretindeki bir tanrıça neden bir ata sevdalanır, neden onunla evlenmek ister?
Okuduğumuz destanın teşbih sanatı ile örülü dinsel bir metin olduğunu anlamadığımız sürece bu soruları cevaplamamız mümkün değildir. Bu metinlerdeki Tanrıça İnanna (İştar), İslam dininde "nefsi emmare" olarak bilinir. Bir ata neden ilgi duyduğunu ise az sonra göreceğiz.
Araştırmacı Safa Kaçmaz Bitki ve Hayvan sembollerden söz ettiği bir çalışmasında şöyle diyor; “Eski toplumlarda soyadı yoktu, Dede Korkut masallarında gördüğümüz gibi, isim edinmek de çok kolay değildi. İsim edinmek için toplumun değer verdiği önemli bir iş başarmak gerekirdi. Bu nedenle insanlar, öncelikle mensup oldukları kabilenin sembolüyle tanınırlardı. Bugün kullandığımız soy isimlere şöyle bir bakın; Hayvan isimlere örnek olarak, Aslan, Kaplan, Kartal, Akbaba, Atmaca, Şahin, Tilki, Güvercin, Kumru; Bitki isimlere örnek olarak; Çam, Sedir, Köknar, Kavak, Meşe, Gül, Karanfil, gibi çok sayıda örnek görürsünüz. Bu bize geçmişimizden kalan tarihi bir mirastır.”
Bu açıklamalarla At’ın bir insanı sembolize ettiğini anlıyoruz ve artık satırları açmaya başlayabiliriz.
Yedi Beru yarışmaya mahkûm edilen At; Girdiği her seçimi kazanmaya çalışan Siyasetçi, Girdiği her ihaleyi almaya çalışan Müteahhit, Çıktığı her maçı galip bitirmeye çalışan Sporcu ve diğer benzerleridir. Onlara dur durak yoktur, hafta yedi gün, yıl on iki ay, soluk soluğa sürekli koşarlar. Bu nefes nefese koşturmaca onların sırtında meşinden bir kırbaçtır. Kendi ayaklarıyla bulandırdıkları su kendi hayatları; İçtikleri bulanık su, farkına varılmadan yaşanan bir ömürdür. İnanna (İştar) insanları kendine işte böyle âşık eder ve sonra terk eder gider. Ve kim olduğunu bilmediğimiz anaları Silili onlar için yas tutar.
Kuran'ın Sad 38/33 ayetinde Süleyman'ın kestiği atlar bu atlardır. )
Çoban, Baş Çoban'ı, sana toprak tandırda çörekler yapan,
Ve sana her gün bir oğlak kurban eden Çoban'ı sevdin,
Sonra bir vuruşta kurda dönüştürdün onu,
Öyle ki kendi çobanları kovalar ve kendi köpekleri saldırır oldu ona.
İşullanu'yu, Baba Tanrının Bahçıvanı'nı sevdin,
Sofranı her gün küfeler dolusu hurmayla donattı durdu,
Ve günün birinde gözlerini ona çevirip dedin ki,
Gel İşullanu, erliğini tadalım, uzat elini de dokun bana,
Ama İşullanu şöyle dedi sana,
Böyle bir şeyi nasıl istersin benden,
Anamın benim için pişirdiği yemekleri yemedim mi?
Oysa sen lanetli, utanç verici ekmeği yememi istiyorsun,
Ve soğuğa karşı sadece hasır sunuyorsun bana,
( Landsberger yukarıdaki iki satırı farklı çevirmiş;
“ Ne diye kokmuş, çürümüş yemekleri yiyecekmişim?
Öyle ekmek ki, kabuğu sazdan ve dikendendir.”
Destanın söz ettiği yasak ilişkidir ve Landsberger’in çevirisi günahkârların yiyeceğinden söz eden bir Kuran ayetine daha yakındır; " Yedikleri acı dikendir, Gaşiye 88/6 " )
Ve sen Bahçıvan'ın cevabını duyunca,
Bir vuruşta Kurbağa'ya (?) dönüştürdün,
( Bottero çeviride kurbağa kelimesinin yanına soru işareti koyarak bu çeviriden emin olmadığını ifade etmiş. Landsberger ise bu satırı Kurbağa olarak çevirmemiş. Hurma bahçelerine zarar veren ama adı tanımlanamayan bir hayvandan söz edildiğini düşünüyor. )
Ne inebildiği, ne de çıkabildiği bir yere mahkûm ettin onu,
( Bottero ve Landsberger çivi yazısındaki kelimeleri yakalamışlar, ancak Ortadoğu kültürüne yabancı oldukları için satıra anlam verememişler. “İnememek ve Çıkamamak” kelimelerinin Türk dilindeki karşılığı; “Ne uzar, ne kısalır” deyimidir. Hatta bu deyimin bir de benzetmesi vardır; “Eşek kuyruğu gibi ne uzar ne kısalır.” Türk Dil Kurumu bu deyimi şöyle açıklıyor; “ Hayatında hiçbir gelişme göstermeyen kimseler için kullanılan bir deyim.”
Sonuç olarak, Bottero ve Landsberger’in aradıkları hayvanın “Eşek kuyruğu” olduğu anlaşılıyor. Tanrı bahçıvanı İşullanu ise, imanını kaybetmeyen ama daha ileri bir noktaya da taşıyamayan insanları sembolize ediyor. )
Tut ki beni sevdin, bana da onlara yaptığını yapacak değil misin?"
Bütün bunları duyunca pek öfkelendi İştar,
Göğe tırmandı ve baba Anu'nun önünde gözlerinden yaşlar boşandı,
Ana Antu'nun önünde hıçkıra hıçkıra ağladı;
"Baba, Gılgamış beni aşağıladı, Gılgamış lanetler yağdırdı bana, lanetler ve küfürler,"
( Bottero burada, “Baba” hitabının “Tanrım” anlamında bir saygı ifadesi olarak kullanıldığını, İnanna/İştar’ın diğer pek çok metinde sevgili rolünde olduğunu aktarıyor. Metnin başında Gılgamış’ın verdiği örneklerden de anlaşılacağı üzere İnanna veya İştar ismi tarihte Aşk ve Savaş tanrıçası olarak bilinir. Bu tanıma bugünkü İslami kavramlar açısından bakıldığında, Gılgamış’ın "Nefs-i Mutmain" i, İştar’ın ise "Nefs-i Emmare" yi temsil ettiği görülüyor.)
Anu açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Prenses İştar'a;
"Ama ilk sen değil misin Kral Gılgamış'a dalaşan,
İşte bu yüzden aşağıladı, bu yüzden lanetler yağdırdı sana, lanetler ve küfürler."
Bunu duyan İştar açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Baba Anu'ya;
"Baba, Gökyüzü Boğası'nı bana bağışla da öldüreyim Gılgamış'ı,
Ve Boğa'yı bana bağışlamazsan eğer,
Gılgamış'ın Sarayı'nı yakıp kül edeceğim, Onu Sarayından vuracağım,
Sonra da inip Cehennem' in derinliklerine,
Ölüleri dirilteceğim ki Dirileri parçalasınlar,
Ve Ölüleri çoğaltacağım Dirilere inat,"
("Ölüleri diriltmek ve ölüleri çoğaltmak", insanları gerçeklerden uzaklaştırıp aptala çevirmek olarak anlaşılabilir. Bu bazen aşktır, bazen hevestir, bazen dindir, bazen dinsizliktir. )
Bunu duyan Anu açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Prenses İştar'a;
"Eğer ben Boğa'yı bağışlarsam sana, Uruk ülkesinde Yedi yıl kıtlık olacak
Ve senin önce, insanlar için tahıl ve hayvanlar için ot istif etmen gerekecek,"
İştar açtı ağzını ve söze başlayıp şöyle dedi Baba Anu 'ya;
"Baba, senin sözünü önceden yerine getirdim,
Önceden koydum yerine Yedi yıl sürecek kıtlığı gözeterek,
Tahıl ve ot istif ettim."
Anu İştar'ın bu konuşmasını duyunca üstelemedi,
Boğa'nın alt yarısını verdi ona,
( Boğanın alt yarısı ne demek? Hâlbuki az sonra göreceğiz ki başından kuyruğuna ve ayaklarına kadar tam bir boğadır. Sanırım bu tanım, yerdekiler için, yani Aşağı Mezopotamya için hazırlanan bir boğayı kast ediyor. Üst yarısı, yani iki boğadan diğeri ise Yukarı Mezopotamya’ya hizmet etmekteydi. )
İştar elinde tutarak götürdü onu,
Uruk'un içine vardıklarında,
Boğa bir püskürdü, bir yarık açıldı,
Ve Uruklu iki yüz, üç yüz kişi oraya düştüler,
Evet (yalan yok), Uruklu iki yüz, üç yüz kişi oraya düştüler,
Boğa bir daha püskürdü, bir yarık daha açıldı,
Ve Uruklu iki yüz, üç yüz kişi daha oraya düştüler,
Evet (yalan yok), Uruklu iki yüz, üç yüz kişi daha oraya düştüler,
Üçüncü püskürüşünde bir yarık daha açıldı Enkidu'nun yanı başında,
Ve yarı beline kadar içine düştü Enkidu,
Ama bir sıçrayışta çıktı oradan, boynuzlarından yakaladı Boğa'yı,
Salyalar akıyordu ağzından direnen Boğa'nın ve ardından tezeği çıkıyordu,
( Sorular çoğaldı..Bu nasıl bir boğa, gerçekten dev gibi canlı bir boğa mı?
Ne kadar büyük olursa olsun, bir boğanın nefesinin yeri yarması mümkün mü?
Diyelim ki yardı ve iki yüz, üç yüz kişi yarığın içine düştü, diğerleri neden kaçmadılar da başka bir yarığın içine düştüler?
Diyelim ki bu gerçekten dev gibi bir boğa, hani nerede Uruk’un meşhur yiğitleri, neden yalnız bırakıyorlar Gılgamış ve Enkidu’yu bu azgın canavarın karşısında?
Neden başkaları tümüyle yarığa gömülürken Enkidu sadece yarı beline kadar gömülüyor?
Bu sorular karşısında benim düşüncem şu; Gılgamış Destanı, tıpkı sonradan yazılacak olan Avesta, Tevrat, İncil ve Kuran gibi dinsel bir metin ve kutsal kitapların ilk örneklerinden biridir. Ve bu tür metinler, aktarmak istedikleri bilgeliği halkın içinde yaşadığı ve yakından tanıdığı nesnelere, bitkilere, hayvanlara ve olaylara dayandırarak anlatırlar ki, kolay okunsun ve halk için rahatsız edici olmasın.
Boğaya gelirsek, ben bu boğanın tekerlekler üzerinde hareket ettirilerek yürütülen ve hayvanların çektiği 4-5 tonluk içi yağ dolu büyük bir heykel olduğunu görüyorum. Oldukça süslü, ses çıkarabilen, ağzından ve arkasından şifalı olduğuna inanılan yağların ikram edildiği oldukça büyük bir heykel! Halkın toplanmasına yol açan, hatta bir ara Enkidu’nun bile hayranlığa düştüğü muhteşem bir ustalık ürünü.
Bu anlatım Musa’nın yılan kıssasına benziyor. Nitekim az sonra göreceğiz ki, Gılgamış da Musa’nın yaptığını yapacak ve Boğayı kırarak iç yüzünü açığa çıkaracaktır. )
Enkidu açtı ağzını ve söze başlayıp dedi ki Gılgamış'a;
"Dostum, zaferle çıkmıştık Sedir Ormanı'ndan,
Ama bu yeni tehlikeyle nasıl başa çıkacağız?"
( Üç satır kırık, okunamıyor. Okunabilen kelimeler şunlar…)
...'ı görebildim dostum,
Gücüm...
Yani ...i ele geçirebilirim,
Ve ikimiz birden...
...'i yakalayacağım,
Sonra Boğa'nın boynuzları ve ensesi arasında, tam boynuna vuracaksın baltanı,
Enkidu Boğa'yı kollayarak arkasına geçti,
Sonunda kuyruğundan sıkıca yakaladı
Ve korkusuzca, bir ağaç devirir gibi Gılgamış,
Vurdu baltasını Boğa'nın boynuzları ve ensesi arasında boynuna,
Boğa devrildi yere, Yüreğini (iç yüzünü) çıkarıp Şamaş'ın önüne koydular,
Sonra bu tanrının önünde saygıyla eğildiler ve yan yana durdular.
Bu sırada İştar Ağıllı Uruk'un duvarı üzerine çıkıp yas tuttu ye yakındı uzun uzun,
"Gılgamış beni aşağıladı Gökyüzü Boğası'nı öldürerek,"
Ama Enkidu İştar'ın bu sözlerini duyunca,
Boğa'nın bir budunu koparıp fırlattı Onun yüzüne ve şöyle dedi;
"Seni de elime geçirseydim aynını yapar,
Bağırsaklarını senin kollarına asardım,"
( Bu anlatımda Gılgamış ve Enkidu akıl ve iradeyi, İştar (İnanna) ve boğa ise azgın nefsi sembolize ediyor. Bu anlatım Tevrat’ta kurbanın sağ budunun "Sallamalık Sunu" olarak takdim edildiği bir ibadet şeklini almıştır. Kuran ayetlerinde ise şöyle söz edilir;
"Nefsi (boğayı) öldürmüştünüz, ama sonra birbirinize düşüp o konuyu unuttunuz. Halbuki Allah gizlediklerinizi ortaya çıkarandır. Bunun üzerine demiştik ki; Ona onun bir parçasıyla vurun. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve anlayabilesiniz diye ayetlerini açıklar. Bakara 2/67-73 "
Ayette kesilen boğanın hangi parçasının vurulacağı bildirilmediği halde Kuran müfessirlerinin o parçanın boğanın sağ budu olduğunu düşünmeleri Gılgamış Destanının ve Tevratın etkileridir. )
Bunun üzerine İştar Rahibeleri, Fahişeleri ve Yosmaları toplayıp,
Boğa'nın budu önünde ağıt yaktı.
Bundan sonra Gılgamış tüm maden ustalarını ve işçilerini çağırdı
Hepsi de Boğa'nın boynuzlarının iriliğini övdüler:
( Gılgamış parçaladığı boğanın yanına neden kasapları değil de maden ustalarını çağırıyor? Bu satır ahşap ve metalden yapılmış bir boğa heykeli düşünmekte haklı olduğumuzu gösteriyor. )
Lacivert taşından boynuzların her biri 60 Biltu (30 kg),
Ve 2 Biltu (1 kg) altınla kaplanmıştı her ikisi,
6 Gur (1800 lt) yağ içeriyordu Boğa,
( İkram edilen bu yağın düşman Lübnan yöresinde üretilen kutsal zeytinyağı olması mümkündür. )
Gılgamış bunlardan sundu tanrısı Lugalbanda'nm merhemleri için,
Aile Reisi'nin Odası'na götürdü ve oraya astı onları,
( Bottero şöyle diyor; “ Lugalbanda Sümer dilinde “öfkeli Kral” demektir. Gılgamış’ın anası "Yabani Boğalar/Mandalar” Kraliçesi Ninsuna'nın kocası ve Gılgamış’ın babasıdır. Bir Kral olduğu halde, tanrılaştığı için Lugalbanda’nın adı Sümer Krallar listesinde yoktur. "Aile Reisi'nin Odası" Uruk sarayının bir odası olmaktan çok, Lugalbanda'ya adanmış bir tapınak olabilir. Güzel kokulu yağ ile dolu adanmış boynuzlar herhalde bu tanrıyı simgeleyen belli bir törende kullanılıyordu.”
Yukarıdaki satırlar ve bilgiler, Gılgamış'ın Hekimlik yapan bir aileye mensup olduğunu ve Kuran'da Lokman Hekim olarak anılan şahsiyet olabileceği yönündeki tahminimi doğruluyor. Kuran’ın bilgelik yönüyle değer verip konu etmesini de buna bağlıyorum. )
Sonra da Gılgaınış ve Enkidu ellerini Fırat' ta yıkadılar,
( Fırat nehri suyun kutsallığından dolayı kutsaldı ve bu minyatür bir abdesttir, yani arınma töreni. )
Ve savaş arabasına binip Kentin sokaklarında dolaştılar,
Uruk'un sakinleri seyrediyordu onları,
Ve Gılgamış şöyle diyordu sarayında hizmet eden kadınlara;
"Kimdir yiğitlerin en bilgesi ve kimdir erkeklerin en ünlüsü?
Yiğitlerin en bilgesi Gılgamış'tır, erkeklerin en ünlüsü Enkidu'dur,
Biziz öfkemizden Boğa'nın budunu İştar'ın yüzüne fırlatan,
( Gılgamış’ın özellikle kadınlara hitap etmesi nedensiz değildir, çünkü Boğaya en büyük ilgiyi kadınlar göstermişlerdi. )
Ve kentte kendisini teselli edecek kimseyi bulamadı O (İştar),"
( Bir satır kırık, okunamıyor… Gılgamış’ın konuşması burada sona eriyor. )
Ve Gılgamış büyük şenlikler düzenledi kendi sarayında,
Ama Yiğitler yataklarında uyurken Enkidu bir rüya gördü uykusunda,
Ve uyanınca uykudan, anlattı dostuna şu sözlerle..
(Altıncı tabletin sonu)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder