İki gün Yirmi Beru (2x200 km) yürüdükten sonra azık yediler,
( Tevrat, İncil ve Kuran’da yiyecek kelimesinin felsefi karşılığı Tanrı bilgisidir.)
İki gün Otuz Beru (2x300 km) yürüdükten sonra konakladılar,
Böylece üç günde üç kez Elli Beru (3x500 km) yürümüş oldular,
Üç kez bir ay yürümek demekti bu,
( Bir yıl kaç ay, 12 ay. Neden 12 ay?
Bir ay kaç gün, 30 gün. Neden 30 gün?
Bir hafta kaç gün, yedi gün. Neden yedi gün?
Bir gün kaç saat, 24 saat. Neden 24 saat?
Bir saat kaç dakika, 60 dakika. Neden 60 dakika?
Bir daire kaç derece, 360 derece. Neden 360 derece?
Tarih bu soruları şöyle cevaplıyor; Bugün hala kullandığımız bazı temel kabulleri Sümer Tanrılarına borçluyuz. Sümerlerin 6 erkek tanrısı var. Hanımları da var ve onlar da tanrı ama erkek tanrılar daha ön planda. Bu altı erkek tanrının kutsal isimleri ve kutsal sayıları var.
1. Anu: Gök Tanrısı, kutsal sayısı 60.
2. Enlil: Rüzgar Tanrısı, kutsal sayısı 50.
3. Enki: Su Tanrısı, kutsal sayısı 40.
4. Sin: Ay Tanrısı, kutsal sayısı 30.
5. Şamaş: Güneş Tanrısı, kutsal sayısı 20.
6. Adad: Yağmur ve Savaş Tanrısı, kutsal sayısı 10.
Nereden geliyor bu kutsal sayılar? Her şey Gök Tanrı Anu’nun elleriyle başlıyor ve iki elinde 10 parmağı var. Diğer beş tanrının da 10’ar parmakları var. Ancak Anu ilk yaratıcı tanrı olduğu için diğer tanrıların parmakları da Anu’nun yetki alanında sayılıyor ve böylece Anu’nun parmakları 60’a yükseliyor. Rüzgar Tanrısı Enlil’in de 10 parmağı var. Ancak kendisinden sonra gelen Tanrıların yaratılışında pay sahibi olduğu için onların 40 parmağı da Enlil’in yetki alanında sayılıyor ve böylece parmakları 50’ye yükseliyor. Böylece Enki, Sin ve Şamaş da kendilerinden sonra yaratılan tanrıların parmaklarını yetki alanına alıyorlar. Adad en son yaratıldığı ve kendisinden sonra tanrı olmadığı için sadece kendi 10 parmağı ile anılıyor.
Elbette bütün bunlar 3-5 ayda, 3-5 nesilde olmuyor, on binlerce yılın ve binlerce neslin birikimiyle oluyor. Tanrılar zamanın içinde ve yavaş yavaş beliriyorlar. Sonra çift sürme, alış veriş, arazi alım satımı, kazı, taşıma, gibi işler için hesaba ve bir sayı birimine ihtiyaç duyuluyor. O günlerde en temel besin Arpadır ve Ölçü birimi olarak bir Arpa tanesi seçiliyor. Uzunluk, alan, hacim ve ağırlık ölçüleri hep bu Arpa tanesi ve Tanrıların Sayısı üzerinde şekilleniyor. Hepsini saymanın imkanı ve gereği yok ama maksadı ifade etmek üzere o arpa tanesinden doğan uzunluk ölçülerine örnekler verebiliriz;
1 Se = 1 Arpa boyu (yaklaşık 2,8 mm.)
1 Şu = 6 Se ( 6 x 2,8 mm = 16,8 mm = 1,7 cm = 1 parmak.)
1 Arış = 30 Şu ( 30 x 1,7 cm = 51 cm. = 1 dirsek.)
1 Ci = 6 Arış ( 6 x 51 cm = 306 cm = 1 kamış)
1 Ninda = 12 Arış ( 12 x 51 cm = 6,12 mt = 1 çubuk)
1 Eşe = 10 Ninda ( 10 x 6,12 mt = 61,2 mt. = 1 halat.)
1 Uşu = 60 Ninda ( 60 x 6,12 mt = 367,2 mt. = ..?)
1 Beru = 30 Uşu (30 x 367, 2 mt = 10.800 mt. = ..?)
Destanın söz ettiği Beru işte bu Beru’dur. Ancak Sümer’de ölçüler sadece bir sayıdan veya nesneden ibaret değildir. Her ölçü Tanrılarla iç içe geçmiştir ve onların gücünü anlatır. Destanı okuyan sıradan bir Sümerli mesafelerin büyüklüğünden hayrete düşüp mucizeler yaratır, Enkidu’nun okuyucuyu temsil ettiğini anlayan bilgelik yolundaki bir Sümerli ise tanrıların ilminin derinliğini düşünürdü. Bu anlatımın izleri Kuran’a şöyle yansımış; "Sabahtan öğleye bir aylık, öğleden akşama da bir aylık yol giden rüzgarı Süleyman’ın emrine vermiştik. Sebe 34/12" )
Üç günün sonunda (...?)dunu Dağı'na eriştiler,
( Bottero Huvava yolculuğunda aşılması gereken 6 dağ veya 6 aşama olduğunu, ama ne yazık ki burada olduğu gibi tümünün kırık ve okunamaz halde olduğunu bildiriyor. Destanı okurken göreceğiz ki bu 6 dağ, 6 tanrısal kavramın anlatımıdır. )
Güneş batarken kuyu kazdılar,
( Bottero bu kuyu hakkında görüş beyan etmiyor. Landsberger ise güneş tanrısı Şamaş’a su sunmak için açılan bir su kuyusu olduğunu düşünüyor. Ancak aşağıda okuyacağımız satırlar o kuyunun bir akşam ibadeti olduğunu düşündürüyor.
Şayet mutlaka fiziki bir kuyu aramak isterseniz, İran camilerinde bel hizasına kadar çukurda olan mihraplar yol gösterici olabilir. O çukur mihraplar, Gılgamış günlerinden kalan eski bir inancın işareti, imamın mezarını ve ilmini temsil ediyor olabilir. Firavunlardan bu yana, bazı insanların ölmeden önce mezarlarını hazırlama çabası da bu inançtan kaynaklanıyor olmalıdır. )
Sonra Gılgamış Dağın tepesinde un serpti Şamaş için ve şöyle dedi;
( Landsberger bu satırı şöyle açıklıyor; “ Un, ruhların yerin altından çıkıp rüya göstermeleri için serpilir. Bu ruhlar rüyada görünürler.” Sizce Gılgamış rüyada kimin ruhunu görmek istemiş olabilir? Cevabınız “Tanrının Ruhu” ise, Gılgamış’ın vahiy beklediğini anlamışsınız demektir. )
"Ey Dağ, Enkidu’yu ve beni sevindiren bir rüya getir,"
Bunun üzerine Enkidu rüya hazırlığına başladı Gılgamış için,
Sonra bir kasırga esti ve onu uyuttu,
( Bottero bu satırı şöyle çeviriyor; “ Bir kasırga esip geçtikten sonra, yatırdı onu uyusun diye,” Ancak kasırga sözcüğünü açıklamadığı için Destanın ne demek istediği anlaşılmıyor. Landsberger çevirisi ise daha farklı ve şöyle tercüme etmiş; “Bir kasırga esti ve onu uyuttu.” Bu çeviri sayesinde anlıyoruz ki Destanın kasırgaya benzettiği şey uykudur. Bu uykudan Destanın 11. bölümünde de söz edilir ve Gılgamış onu “adam kaçıran” kasırgası olarak tarif eder. Hz. Muhammet’in ve Hz. İsa’nın uyku konusundaki uyarılarının temelinde de bu mesaj vardır. )
Ve Enkidu büyülü bir çember içine kapattı Onu,
( Landsberger bu satırı “büyülü çember” olarak çevirmemiş. Bottero bu çemberi, zararlı hayvanların kokusunu sevmediği otlar veya diğer nesnelerle yapılan bir koruma çemberi olarak açıklamış. Çinlilerden Kızılderililere kadar birçok dinde “sihirli çember” olarak bilinen bu çemberi duymamış olması mümkün mü? Belki de, dini terimlerle açıklayamadığı bu anlatımı bilimsel terimlerle açıklamayı tercih etmiştir.
Gittikçe unutuluyor olsa da, bu inanç Kuzey Irak ta yerleşik Ezidi topluluklarda hala yaşamaktadır ve yeterince araştırılmış değildir. İslam mezhepleri üzerine yapılan bazı yüzeysel araştırmalarda ise, alaycı bir üslupla sadece bir espri konusu olarak nakledilir. Anlatılanlara göre; Ezidilerin Müslümanlar ve Hristiyanlarla iç içe yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Müslüman veya Hristiyan birisi Ezidi komşusunun çevresine aniden bir çember çizer ve onu hapsedermiş. Çizen adam veya başka biri silmedikçe Ezidi o çemberin dışına çıkamaz ve kurtarılmayı beklermiş.
İmanlar kendiliğinden birdenbire oluşmadığına ve geçmişte yaşanan bazı gerçeklerin üzerinde oluştuğuna göre, bu inancın dayandığı bir geçmişi olmalı değil mi? Şimdi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkacak ve kutsal kitaplarda “çember, daire, yuvarlak” kelimelerini arayacağız.
Daire kelimesi, Arapça “devreden, dönen, dolaşan, bir şeyin etrafını kuşatan” anlamındaki ” dair” kelimesinden geliyor. Kuran’ın Maide 5/52, Tövbe 9/98 ve Fetih 48/6 ayetlerinde, “devrin değişmesi, işlerin tersine dönmesi” anlamında kullanılıyor.
Dine dönmek veya dinden çıkmak konuları İncil’de de işleniyor (örnek Luka 1: 17 ve Matta 23.15 ayetleri) ve dinin koruması meleklerin başında duran çember şeklinde bir hale ile ifade ediliyor.
Bu çemberler, MÖ 1000 yıllarında doğan ve MÖ 350 yılında Büyük İskender tarafından yıkılan Zerdüşt dininin kitabı Avesta’da arınma havuzları şeklini alıyor ve şöyle anlatılıyor; “ Ölümle (günahla) kirlenmiş birini arındırmak için altı çukur açacak ve metal bir bıçakla onların çevresine bir çember çizeceksin. Avesta 9: 1-15”
Yaklaşık aynı yıllarda (MÖ 900,) benzer bir arınma havuzu Kudüste Süleyman Tapınağının önünde yaptırılmaktadır ve Tevrat şöyle anlatır; “ Hiram usta Süleyman için, dökme tunçtan 13,5 mt çapında, 4,5 mt derinliğinde yuvarlak bir havuz yaptı. 1.Kr.7: 23”
Bu konudaki en eski anlatımlardan biri, MÖ 2000 yıllarında Tek Tanrı inancının doğuşunu anlatan Enuma Eliş (Bir zamanlar göklerde) destanıdır. Ancak bu destandaki çember arınmayı değil, savunmayı ve saldırıyı anlatır.
“Marduk'un güçleri onları çembere aldı ve kaçmalarına izin vermedi. Marduk, isyancı tanrıları tutsak etti.”
Yine aynı destan, bu korunmayı ilk ortaya koyanın suların ve insanların koruyucusu, Gök Tanrı Anu’nun oğlu Tanrı Enki olduğunu bildirir;
“Tanrıların en akıllısı ve en hünerlisi olan Enki, Apsu ve Mumnu'nun planlarını bozmanın bir yolunu buldu. Önce tanrıları koruyacak büyülü bir çember oluşturdu ve onları güvenli bir şekilde içine yerleştirdi.”
Yazının icadı öncesinde yaşanan o eski tarihler hakkında Arkeoloji ve Antropoloji biliminin söyledikleri dışında bilgimiz yok. Ancak, çember kelimesinin daha da eski geçmişini görmek isterseniz belgeselleri izlemelisiniz. O belgesellerde mandaları avlamak için çembere alan aslanları, aslanlardan korunmak için sırt sırta verip başka bir çember oluşturan mandaları ve onları seyreden insanları göreceksiniz.
Tekrar Destana dönecek olursak; Destanda verilen olağanüstü rakamlar dikkate alındığında bu metinlerin iki insanın gerçek bir yolculuğunu anlatmadığı, yaşanmış insan hayatlarından derlenen dinsel bir metin olduğu ve öğüt vermeyi amaçladığı görülebilir.
Okuduğumuz satıra gelince; Anlam kayıplarından ötürü ben bu satırın eksik çevrildiğini düşünüyorum. Satırın anlamı şudur; Bilgeler için istenilmeyen bir durum olmasına rağmen Gılgamış’ın uykusu gelmiştir ve Enkidu onun uykuda olduğu esnada etrafında dolaşarak koruma çemberi oluşturmuştur. Sihirli çember dediğimiz bu koruma, teknolojinin geliştiği ve güvenliğin arttığı Tek Tanrılı Dinler döneminde Tanrısal koruma anlamı kazanmıştır. )
Belinden kırılan bir buğday başağı gibi çenesi dizlerine düştü Gılgamış’ın,
İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,
Gece yarısı ansızın uyandı ve kalkıp anlattı dostuna;
"Gördüğüm rüya şöyleydi dostum,
Yüksek bir dağın dibindeydik ve Dağ üzerimize yıkıldı,
( Hatırlamamız gereken bir Kuran ayetine daha geldik. “Dağı (Tanrı dağı / Tur dağı) bir gölgelik gibi başlarına kaldırdığımızda onun üzerlerine yıkılacağını zannetmişlerdi. Araf 7/171” Bu Dağ kutsal Tuva vadisinin yanında yükselen Tanrı dağıdır. Bu dağın sağ yanı Tanrı arayışı, Sol yanı Dünya arayışıdır. )
Dağ beni yere yıktı ve ayaklarımı tutup bırakmadı,
Biz onun yanında sivrisinek gibi kaldık,
Sonra bir aydınlık oldu ve bir adam göründü,
O beni Dağın altından çıkardı ve bana su içirdi,
Yüreğimi genişletti, ayaklarımı yere bastırdı."
( Bu satırlar Gılgamış’tan 4000 yıl sonra Kuran’da bir sınav sorusu olarak karşımıza çıkıyor;
“ Şüphesiz Allah sivrisineği, hatta ondan üstün olanı misal vermekten çekinmez. İman edenler (bilenler/emin olanlar) bunun rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kafirler (kalp körleri) ise; Allah bu misalle ne anlatmak istiyor, derler. Bu misalle bazılarını saptırır, bazılarına doğru yolu gösterir. Onunla ancak yoldan çıkanları saptırır. Bakara 2/26”
İnsanların üzerine yıkılan dağ Dünya tutkusudur. Dünyanın altında kalan sivrisinek biziz. Yardımımıza gelip çıkaran adamlar bizden üstün olan peygamberler ve bilgeler, içirdikleri su ilmin aydınlığıdır. )
Bozkırda doğmuş olan o anda dedi dostuna,
Enkidu rüyasını yorumladı ona;
"Dostum rüyan hayra alamet, çok güzel bir rüya bu,
Gördüğün dağ dostum, Sedir Dağı’dır,
Huvava 'yı ele geçirip öldüreceğiz ve cesedini susuz bir vadiye atacağız,
Yarın iyi bir haber duyacağız Şamaş 'tan."
İki gün Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,
İki gün Otuz Beru (300 km) yürüdükten sonra konakladılar,
Böylece üç günde üç kez Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,
Üç kez bir ay yürümek demekti bu,
Üç günün sonunda ....(?) Dağı'na eriştiler,
( Yazarın tümü kırık dediği bu Dağların ne olduğunu henüz tahmin bile edemiyoruz. )
Güneş batarken kuyu kazdılar,
Sonra Gılgamış Dağın tepesinde un serpti Şamaş için ve şöyle dedi;
"Ey Dağ, Enkidu’yu ve beni sevindiren bir rüya getir,"
Bunun üzerine Enkidu rüya hazırlığına başladı Gılgamış için,
Bir kasırga esti ve onu uyuttu,
Ve Enkidu büyülü bir çember içine kapattı Onu,
Belinden kırılan bir buğday başağı gibi çenesi dizlerine düştü Gılgamış’ın,
İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,
Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp dostuna anlattı;
( Ne yazık ki bu ikinci Dağ anlatımında rüya ile birlikte Enkidu’nun yorumu da kayıptır. )
İki gün Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,
İki gün Otuz Beru (300 km) yürüdükten sonra konakladılar,
Böylece üç günde üç kez Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,
Üç kez bir ay yürümek demekti bu,
Üç günün sonunda (...?) Dağı’na eriştiler,
Güneş batarken kuyu kazdılar,
Sonra Gılgamış Dağın tepesinde un serpti Şamaş için ve şöyle dedi;
"Ey Dağ, Enkidu’yu ve beni sevindiren bir rüya getir,"
Bunun üzerine Enkidu rüya hazırlığına başladı Gılgamış için,
Bir kasırga esti ve onu uyuttu
Ve Enkidu büyülü bir çember içine kapattı Onu,
Belinden kırılan bir buğday başağı gibi çenesi dizlerine düştü Gılgamış’ın,
İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,
Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp anlattı dostuna;
"Sen bana seslenmedin, ama ben uyandım, niçin?
( Gerçekte Destan bu soruyu bize soruyor; Kimse ona seslenmedi ama Gılgamış uyandı, niçin.? Çünkü bilgeler az uyurlar ve gecelerinin bir bölümünü çalışarak geçirirler. )
Sen beni sarsmadın, ama ben tedirgin oldum, niçin?
( Sorunun muhatabı yine biziz; Kimse onu sarsmadı ama Gılgamış tedirgin oldu, niçin.? Aşağıda gelen satırlar bu tedirginliğin Tanrılarla ilgili olduğunu gösteriyor. )
Hiçbir Tanrı geçmedi yanımdan, ama ben paniğe kapıldım, niçin?
( Ve bu soru da okuyucuya yönelik; Görünen bir Tanrı yoktu ama Gılgamış çok korktu, niçin.? Gılgamış’ın görünmeyen bir tanrıdan niçin korktuğu, tanrının varlığı veya yokluğu ile ilgili ayrı bir çalışma konusudur ve buraya sığdıramayız. )
Dostum, Üçüncü bir rüya gördüm;
Kaygı vericiydi gördüğüm rüya,
Gök gürlüyor, yer yerinden oynuyordu,
Fırtınadan sonra bir ölüm sessizliği kapladı her yanı,
Karanlıklara büründü her yer,
Bir şimşek çaktı, bir yangın başladı alev alev;
Ve gökten ölüm yağıyordu sanki.
Sonra kor yığını söndü ve kül oldu,
İnelim buradan, düz yerde konuşalım,"
Ve onun yorumunu duyunca Enkidu tekrar anlattırdı ona rüyasını,
( Aslında Gılgamış rüyayı anlattıktan sonra yorumlamıştı. Gidişatı tehlikeli görüyordu ve yol değiştirmek düşüncesindeydi. Ancak Enkidu onun rüyasının bilgece bir görüş olduğunu anlamadı ve tekrar anlattırdı. )
Ve şöyle söyledi Gılgamış'a;
( Enkidu’nun yorumunu anlatan diğer satırlar kırık, okunmuyor. Okunabilen son cümlesi şu…)
"Ölmeyeceğiz ve yarın iyi bir haber duyacağız Şamaş'tan."
( Bu rüya tabiri Enkidu’nun ilk hatasıdır. Daha sonra birkaç hata daha yapacak ve nerelerde hata yaptığını 7. Bölümde ölümle cezalandırıldıktan sonra anlayacaktır. )
İki gün Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,
İki gün Otuz Beru (300 km) yürüdükten sonra konakladılar,
Böylece üç günde üç kez Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,
Üç kez bir ay yürümek demekti bu,
Üç günün sonunda (...?) Dağı’na eriştiler,
Güneş batarken kuyu kazdılar,
Sonra Gılgamış Dağın tepesinde un serpti Şamaş için ve şöyle dedi;
"Ey Dağ, Enkidu’yu ve beni sevindiren bir rüya getir,"
Bunun üzerine Enkidu rüya hazırlığına başladı Gılgamış için,
Bir kasırga esti ve onu uyuttu
Ve Enkidu büyülü bir çember içine kapattı Onu,
Belinden kırılan bir buğday başağı gibi çenesi dizlerine düştü Gılgamış’ın,
İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,
Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp anlattı dostuna gördüğünü;
( Öncekilerde olduğu gibi bu rüyada da tabletin bu bölümü kırık ve okunamıyor. İçimden bir ses, bu tabletlerin bazı satırlarının Büyük İskender’in işgali sırasında bilerek tahrip edildiğini söylüyor. Bu bölümde Enkidu’nun yorumundan okunabilen kelimeler çok az…)
"Dostum, bu ...
Huvava...
... gibi...
Gün doğmadan önce
Koyacağız onun üzerine..
Büyük bir hışımla...
Direneceğiz biz...
Huvava 'ya karşı...
Yarın iyi bir haber duyacağız Şamaş'tan."
İki gün Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,
İki gün Otuz Beru (300 km) yürüdükten sonra konakladılar,
Böylece üç günde üç kez Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,
Üç kez bir ay yürümek demekti bu,
Üç günün sonunda ....(?) Dağı'na eriştiler,
Güneş batarken kuyu kazdılar,
Sonra Gılgamış Dağın tepesinde un serpti Şamaş için ve şöyle dedi;
"Ey Dağ, Enkidu’yu ve beni sevindiren bir rüya getir,"
Bunun üzerine Enkidu rüya hazırlığına başladı Gılgamış için,
Bir kasırga esti ve onu uyuttu
Ve Enkidu büyülü bir çember içine kapattı Onu,
Belinden kırılan bir buğday başağı gibi çenesi dizlerine düştü Gılgamış’ın,
İnsanların üzerine çöken Uyku, Onu da aldı kollarına,
Gece yarısı ansızın uyandı ve yerinden kalkıp anlattı dostuna;
( Okunamayan kırık satırlar...)
Umarım iyi bir haber duyacağız Samaş'tan.
İki gün Yirmi Beru (200 km) yürüdükten sonra azık yediler,
İki gün Otuz Beru (300 km) yürüdükten sonra konakladılar,
Böylece üç günde üç kez Elli Beru (500 km) yürümüş oldular,
Üç kez bir ay yürümek demekti bu,
Üç günün sonunda Sedir Dağı’na eriştiler,
Şamaş'ın karşısında gözyaşlarını tutamadı;
"Uruk'ta Ninsuna'nın dediklerini hatırla, yardım et bana,
Dileğini yerine getir Uruk'lu Gılgamış'ın.."
Söylediklerini duydu Şamaş ve gökten bir uyarıda bulundu ona;
"Hemen izle onu, önlemek için inine ulaşmasını
Ve çalılığa girip orada saklanmasını,
Tekrar giymedi henüz Yedi Sihirli Elbisesini,
Tek bir Elbise var üzerinde,
Çünkü çıkarmış durumda üzerinden altısını."
( Eski dilde Beşer, insanın dışını örten deri, cilt, dış görünüş demektir ve sadece kendi derileriyle görünen varlıklar hayvanlardır. İnsanlar ise giyinirler. İç giysileri ayrı dış giysileri ayrı olduğu gibi, yazın sıcakta ve kışın soğukta giydikleri de ayrıdır. Ancak bütün bunlardan daha değerli bazı elbiseleri daha var ki, biz ona insanlık elbisesi diyoruz. Bu satırlarda okuduğumuz Yedi elbiseden altısı tanrısal insanlık elbisesi, biri Huvava'nın benlik elbisesidir. Destan Huvava’nın, yani yalnızca hevesleriyle hareket eden bir insanın tanrısal elbiseleri çıkardığını ve kendi benliğiyle baş başa kaldığını anlatıyor. )
Bunun üzerine el ele verip atıldılar öne, saldıran bir boğa gibi,
Huvava (heva/heves) önce korkunç bir çığlık attı,
Orman’ın (heva ve heveslerin) koruyucusu Huvava,
( Kırıklar nedeniyle okumayan satırlar...)
"İnelim buradan, kaygan bir arazi bu,
( Kaygan zemin ifadesi önemli dini kavramlardan biridir. Tevrat, İncil ve Kuran’da, üzerinde toprak ve su tutmayan faydasız nesneleri veya insanın ayağının kaymasına, yani suç işlemesine neden olan davranışları anlatmak için kullanılır. )
Tek bir kişi yürüyemez burada,
Ama iki kişi, iki kolayca karşı koyabilir bir üçüncüye,
Hiç kimse tek başına koparamaz üç katlı bir halatı
Ve bir aslandan çok daha güçlüdür iki yavru aslan."
( Yirmi satır kırık, okunamıyor...)
Enkidu açtı ağzını başladı konuşmaya ve şöyle dedi Gılgamış'a;
"Başarsam bile Orman’a girmeyi
Ve orada kendime bir yol açmayı,
İnme iner kollarıma."
Fakat Gılgamış açtı ağzını ve şöyle dedi dostuna;
"Ne diye başımız eğik dönecekmişiz geriye?
Buraya gelinceye kadar tüm engelleri aştıktan sonra,
Ve işte karşısındayız Orman'ın,
Geri dönmemeliyiz Sedirleri kesmeden,
Sen ki dostum, dövüşmenin ustasısın,
Bunca savaş geçti başından, sihirli otlarla ovuldu bedenin,
Ölümden hiç korkmamalısın,
İnlesin sesin gümbür gümbür bir davul gibi,
Uzak olsun senden kollarına inme inmesi, dizlerinin mecalsiz kalması,
Tut elimden dostum, birlikte yürüyelim,
Tutuşsun yüreğin kavganın kutsallığıyla,
Küçümse ölümü, yaşamayı düşün sadece,
Kim ki kolluyordur birini, göğüs germelidir her tehlikeye,
Önden giden korur arkadaşını, sağ salim ulaştırır yoldaşını,
Onlar çok uzaktaki soydaşlarına ulaşıncaya dek,
Hak edeceklerdir zaferi."
( Bu satırlarda, Gılgamış’ın bütün insanlığa ulaşıp aydınlatma idealini görüyoruz.)
Böylece vardılar ikisi Orman’ın kıyısına,
Durdular orada sessizce ve kımıldanmaksızın.
(Dördüncü tabletin sonu)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder