Gılgamış Destanı 10. Tablet


Denizin uzaklarına yerleşmişti meyhaneci Siduri,

(“Siduri” kelimesi Akadca’da “benim siperim, bana siper olan” gibi bir anlam taşıyor. Siduri kelimesinin yanına konulan yıldız işareti ise Onun tanrısal bir isim olduğuna işaret ediyor. Aşk Tanrıçası İnanna/İştar ile ilgili bir kavram olduğu düşünülüyor. Meyhane, kadın ve içki kelimelerini yan yana getiren bu kavramı “Tesellici” olarak anlamak mümkün görünüyor. )


Sandalyesinde oturuyordu,

Küplerin konduğu bir tezgâh yapılmıştı Ona, bir de şarap fıçısı,

Yüzüne peçe örtmüştü.

( Peçe aşkı sembolize ediyor. Günümüzdeki duvak tülü ve yüz görümlüğü adetleri o sembolizmden kalan izlerdir. Destanda İçki, kadın ve Aşk’ın yan yana konulması “Aşk Şarabı” kavramını vurgulamak içindir. Ortadoğu coğrafyasında bu kavramın en güçlü temsilcisi şüphesiz İranlı şair Ömer Hayyam’dır. )

Ve Gılgamış ayağını sürüyerek Ona doğru ilerledi,

Bir posta bürünmüştü ama Tanrısal bir cevher belliydi görünüşünde,

Üstelik bir kaygı çöreklenmişti bağrına,

Çok uzaklardan gelmiş bir yolcuya benziyordu,

Meyhaneci Kadın dikkatle süzüyordu onu uzaktan,

Kendi kendine düşünüp şöyle dedi içinden;

"Belki de yabani hayvan avcısıdır bu adam,

Nereye gidiyor acaba bu yoldan?"

Gılgamış'ın yaklaştığını görünce Meyhaneci Kadın kapısını kapadı,

Kapayıp kapısını arkasından sürgüledi,

Ama O kulak verince işittiği gürültüye,

Başını kaldırıp baktı, sonra şöyle dedi Meyhaneci Kadına;

"Ne gördün ki kapattın kapını be kadın, üstelik bir de sürgüledin?

Kapının kanadını kırıp sürgüsünü sökeceğim şimdi."

( Sekiz satır kırık, okunamıyor...) 


( Landsberger bu satırlarda Güneş Tanrısı Şamaş’ın meyhaneye uğradığını ve Meyhaneci Kadının Gılgamış hakkında ona bilgi verdiğini düşünüyor. )

“O, yabani hayvanların postlarını giyiyor ve onların etlerini yiyor,

Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır?

Ne zaman uygun rüzgarı izleyecektir?”

Şamaş düş kırıklığına uğrayarak ona dönüp, Gılgamış’a dedi;

“Gılgamış, nereye koşuyorsun?

Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın.”

Gılgamış Şamaş’a dedi;

“Kırlarda şuraya buraya koşup dolaştıktan sonra,

Yerin altına başımı koyup yıllarca uyuyacak mıyım?

Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor,

Kendimi güneşin ışıkları ile yıkamak istiyorum,

Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır,

Fakat ölüm, ne zaman görebilmiştir güneşin ışığını?

( Okunamayan kırık satırlar…) 


( Şamaş’ın Gılgamış’a yanıt verip vermediği belli değildir. Şamaş gittikten sonra Gılgamış Meyhaneci Kadınla yine baş başa kalmıştır. )

Gılgamış şöyle dedi Meyhaneci Kadına;

"Ben yendim ve öldürdüm Gök'ten inmiş Dev Boğa'yı,

Ben öldürdüm Orman'ın Bekçisi'ni,

Ben öldürdüm Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Huvava'yı,

Ve ben öldürdüm Aslanları Dağların geçitlerinde,"

( Şimdi sizi bir Dağ geçidine götürecek ve geçidi koruyan Aslanların nasıl öldürüldüğünü göstereceğim. 


Babil’in yedi katlı Tanrılar Kulesi gibi, Antik Mısır tapınakları da yedi bölümden oluşurdu. Her bölüm göğün yedi katından birine aitti ve yedinci son bölüme ancak Firavun girebilirdi. Tapınağın dış girişinde iki yüksek sütun karşılardı sizi. Bunlardan İsis aklı, diğeri Neftis benliği sembolize ederdi. İçinde sürekli su akan bir arınma havuzunda arındıktan sonra, sağında ve solunda Aslan heykelleri bulunan ince uzun bir yaya yolundan yürürdünüz tapınağın ana girişine. Sağınızda 21 Aslan heykeli, solunuzda 21 Aslan heykeli takip ederdi sizi yol boyunca. Çünkü Antik Mısır’ın 42 tanrısı vardı ve onlar tanrıların gücünü temsil ederdi. Amon Rahipleri tembih ederlerdi; "Dışınızı temizlediğiniz gibi İçinizi de temizleyin, çünkü bu Aslanlar sizi görüyor." Şaşar kalırdınız, hiç taşlar görür mü? Ve tanrısal isimleri tanımaya başladığınızda anlardınız gerçeği. Tanrısallık sizinle yaşamaktadır ve gören sizin kendi gözlerinizdir. Ve siz bunu anladıktan sonra o taştan Aslanlar ölür ve artık sizin için bir tehdit olmaktan çıkarlardı. )

Meyhaneci Kadın şöyle dedi Gılgamış'a;

"Mademki sen öldürdün Orman'ın Bekçisi'ni,

Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Huvava'yı,

Mademki sen öldürdün Aslanları Dağların geçitlerinde,

Yendin ve öldürdün Gök'ten inmiş Dev Boğa'yı,

O halde yanakların niye çökük böyle, yüzün niye süzgün böyle?

Neden hüzün dağlamış kalbini ve neden çökmüş avurtların?

Neden bağrına çöreklendi böylesine büyük bir kaygı?

Neden halin çok uzaktan gelmiş bir yolcunun halini andırıyor?

Neden yüzün dondurucu soğuktan ve kızgın sıcaktan kavrulmuş?

Ve neden başıboş dolaşıyordun bozkırda?"

Bunun üzerine Gılgamış şöyle dedi Meyhaneci Kadına;

"Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can Dostumu,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can dostum Enkidu'yu,

Bütün insanların kaçınılmaz kaderi Ölüm yere çaldı,

Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için,

Ve razı olmadım gömülmesine,

Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar,

İşte o zaman başladım ölümden korkmaya,

Ve o zaman başladım bozkırda başıboş dolaşmaya,

Dostumun acısı içime çöktü, başıboş dolaştım durdum bozkırda,

Dostumun acısı içime çöktü, dolaştım durdum bozkırda,

Nasıl olur da susarım, nasıl olur da sessiz kalırım?

Can dostum Balçık oldu, Can dostum Enkidu Balçık oldu,

Ve ben de onun gibi, bir daha asla kendime gelmemek üzere,

Kara toprağa karışacak değil miyim?"

Gılgamış yine ona, Meyhaneci Kadına şöyle dedi;

"Söyle bana Meyhaneci, hangi yol Utanapişti’ye ulaştırır beni?

Yol göster bana, nasıl ulaşabilirim ona?

Bana bir iz göster, gerekirse aşarım bu Deniz'i,

Başaramazsam yine bozkırda başıboş dolaşır dururum."

Bunun üzerine Meyhaneci Kadın şöyle dedi;

"Asla görülmedi bu Deniz' i aşan,

Daha hiç kimse aşamadı bu Deniz'i, en eski zamanlardan beri,

Sadece Şamaş aşar onu, Ondan başkası yapamaz bunu,

Geçit dar, yol çetindir,

Üstelik orada akan Ölüm Suyudur, Deniz'e girişi engeller,

Nasıl aşabileceksin Gılgamış bu Deniz'i?

Ölüm Suyuna vardığında ne yapacaksın?

Ama orada Utanapişti'nin kayıkçısı Urşanabi vardır,

( Bottero, Urşanabi kelimesinin Sümer dilinde; “Üçte ikisi yaratık” anlamına geldiğini söylüyor. Geri kalan üçte birinin ne olduğunu belirtmemiş ama öyle anlaşılıyor ki kalan üçte biri de insandır. )

Ve Taştan İnsanlar eşlik eder ona,

( Bottero diğer çevirilerde “Taştanakiler” olarak okuduğumuz bu taştan insanları anlamlandıramamış. Oysa biz onları Kuran’dan tanıyoruz. “ Şu halde, yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. Bakara 2/24.” “ Sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Bakara 2/74”)

Urşanabi Ormanda, Bodur katranların kelerlerini toplamaktadır,

( Bu cümleler aklıma iki şey getiriyor. Biri, Urfa Göbeklitepe buluntularındaki keler kabartmaları, diğeri; Hz. Muhammet’in zina mahsulü bir çocuğu “keler” olarak tanımlaması. Devamını sizin anlayışınıza ve başka araştırmacıların çalışmalarına bırakıyorum.)

Git bul onu, gerekirse Onunla birlikte aşarsın suları,

Başaramazsan geri dön."

Duyunca bu sözleri Gılgamış, Baltasını eline aldı,

Kılıcını kınından çıkardı, gizlice gitti Onları bulmaya,

Ve bir ok gibi indi tepelerine, gök gürültüsü gibi gürledi Ormanda,

Urşanabi parladığını görünce Kılıcın ve sesini duyunca Baltanın kaçtı hemen,

Ama Gılgamış başına vurup elinden yakaladı,

Ve çöktü onun göğsüne,

( On satır kırık, okunamıyor... )

Urşanabi sordu Gılgamış'a;

"Yanakların neden çökük böyle, yüzün de süzgün,

Neden hüzün dağlamış kalbini ve neden çökmüş avurtların?

Neden bağrına çöreklendi böylesine büyük bir kaygı?

Neden halin çok uzaktan gelmiş bir yolcunun halini andırıyor?

Neden yüzün Dondurucu soğuktan ve kızgın sıcaktan kavrulmuş?

Ve neden başıboş dolaşıyordun bozkırda?"

Gılgamış şöyle dedi Urşanabi'ye;

"Mümkün mü yanaklarım çökük, yüzüm süzgün olmasın?

Mümkün mü kalbimi hüzün dağlamasın, avurtlarım çökmüş olmasın?

Mümkün mü bağrıma çöreklenmesin böylesine bir kaygı?

Mümkün mü halim çok uzaklardan gelmiş bir yolcunun halini andırmasın?

Mümkün mü yüzüm dondurucu soğuktan ve kızgın güneşten kavrulmasın?

Mümkün mü Bozkırda başıboş dolaşmamam?

Dostum, Gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Enkidu, Dostum, gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Onunla birlikte aşmıştık Dağları,

Birlikte yakalayıp öldürmüştük Dev Boğa'yı,

Birlikte öldürmüştük Katran Ormanı'nda yaşayan bu Humbaba'yı,

Ve Aslanlar öldürmüştük Dağların geçitlerinde,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can Dostumu,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can dostum Enkidu'yu,

Bütün insanların kaçınılmaz kaderi Ölüm yere çaldı,

Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için,

Ve razı olmadım gömülmesine,

Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar,

İşte o zaman başladım ölümden korkmaya,

Ve o zaman başladım bozkırda başıboş dolaşmaya,

Dostumun acısı içime çöktü, başıboş dolaştım durdum bozkırda,

Dostum Enkidu’nun acısı içime çöktü, dolaştım durdum bozkırda,

Nasıl olur da susarım, nasıl olur da sessiz kalırım?

Can dostum Balçık oldu, Can dostum Enkidu Balçık oldu,

Ve ben de onun gibi, bir daha asla kendime gelmemek üzere,

Kara toprağa karışacak değil miyim?"

Gılgamış yine şöyle dedi Urşanabi'ye;

"Söyle bana Urşanabi, hangi yol ulaştırır beni Utanapişti'ye?

Öğret bana nasıl ulaşabilirim ona?

Öğret bana, gerekirse aşarım bu Deniz'i,

Başaramazsam, yine bozkırda başıboş dolaşır dururum."

Urşanabi şöyle dedi Gılgamış'a;

"Ey Gılgamış, kendi ellerin engelledi seni Ölüm Suyunu aşmaktan,

Paramparça ettin Taştan İnsanları ve kopardın onların bağlarını,

( Bottero İslam Tasavvufunu tanımadığı için bu satırın yanına soru işareti koymuş. Ama biz neler olup bittiğini görebiliyoruz. Utanapişti’nin oturduğu Büyük Deniz, Dirilişten sonraki ölümsüz hayat denizidir. Çok geniş, çok derin ve çok uzun olmayan Ölüm Suyu, şimdi yaşamakta olduğumuz hayattır. Taştan adamlar biziz. Hayatı severiz ve sadece kendimiz için yaşarız. Ölenlerimizi anında maziye gömer ve tekrar hayata döneriz. Biz Taştan Adamlar, Ölüm Suyunda yol alan bu Hayat Gemisinin taştan kürekçileriyiz. Şayet Gılgamış gibi, Musa gibi, İsa gibi ve Muhammet gibi birileri çıkar ve anlatırsa Ölüm Suyunun arkasındaki Büyük Denizi, suçları, günahları ve sonuçlarını, parçalanırız, korkup vazgeçeriz kürek çekmekten. Vururuz kendimizi Gılgamış gibi bozkırlara, başıboş ve ne yaptığını bilmeden. Ama hepimiz böyle koparılsaydık hayattan, kim yüzdürürdü Hayat Gemisini Büyük Denize doğru? Eskiler bu yüzden icat etmişler cenaze yemeklerini, sarhoş eden içkileri, vur patlasın çal oynasın davulları, zurnaları, zilleri. Her şey, bizi tekrar hayata döndürmek içindir. )

Ama Taştan insanlar parçalandığına

Ve koparıldığına göre bağları,

Al Baltanı eline git ormana,

Ve her biri Beş Ninda (30 mt.) uzunluğunda Yüz yirmi sırık kes,

Dallarını budayıp uçlarını sivrilt ve getir bana onları."

Bunu duyan Gılgamış Baltasını eline aldı;

Kılıcını kınından çıkardı, Ormana daldı ve orada,

Beş Ninda (30 mt.) uzunluğunda Yüz yirmi sırık kesti,

Yapraklarını budadı, uçlarını sivriltti ve Urşanabi'ye getirdi,

Sonra Gılgamış ve Urşanabi Gemiye bindiler,

Gemiyi suya salıp açıldılar,

Ve üç günde bir buçuk ay gitmişçesine yol aldılar,

Urşanabi Ölüm Suyuna erişince Gılgamış'a seslendi;

"Kenarda durma ve Birinci sırığı alıp itele,

Dikkat et ellerin Ölüm Suyuna değmesin,

Sonra ey Gılgamış İkinci sırığı, sonra Üçüncü ve Dördüncü sırığı al,

Sonra Beşincisini, Altıncısını ve Yedincisini,

Sonra Sekizincisini, Dokuzuncusunu ve Onuncusunu,

Sonra On birincisini ve sonra On ikincisini."

Sıra Yüz yirminci'ye gelince, Gılgamış sırıkların hepsini kullanmış oldu,

( Ölüm suyunun ölümlü dünya hayatı olduğunu biliyoruz. Ancak bu sırıklar nedir ve niçin Yüz yirmi tanedir, henüz bilmiyoruz. )

O zaman kemerini çözdü, üstündekileri çıkardı,

Ve elleriyle iterek ilerletti Gemiyi,

O sırada Utanapişti uzaklara bakıyordu,

Kendi kendine düşünüp şöyle diyordu içinden;

Geminin Taştan İnsanları niçin paramparça edilmiş?

Niçin bir yabancı bindirilmiş Gemiye?

Benim adamım değil beni bulmaya gelen,

Üstelik Sağ tarafta,

( Burada Sağın Sağduyuyu ve Tanrısallığı temsil ettiğini hatırlamalıyız. Gemici Urşanabi tanrısal olmadığı için Gılgamış’ın solundadır. Enkidu da yine bu nedenle sürekli Gılgamış’ın solunda yer almaktaydı. )

Boşuna bakıyorum ona, değil O,

Boşuna bakıyorum ona, O değil,

Boşuna bakıyorum Ona,

( 20 satır kırık, okunamıyor...) 


( Herhalde karaya çıkış ve Utanapişti'yle ilk temas anlatılıyordu bu dizelerde. İlk kim konuşuyor bilmiyoruz, metin tekrar başladığında Utanapişti Gılgarnış'a sorular soruyor. ) 

Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a,

"Yanakların neden çökük böyle, yüzün de süzgün,

Neden hüzün dağlamış kalbini ve neden çökmüş avurtların?

Neden bağrına çöreklendi böylesine büyük bir kaygı?

Neden halin çok uzaktan gelmiş bir yolcunun halini andırıyor?

Neden yüzün Dondurucu soğuktan ve kızgın sıcaktan kavrulmuş?

Ve neden başıboş dolaşıyordun bozkırda?"

Gılgamış şöyle seslendi Utanapişti'ye;

"Ey Utanapişti,

Mümkün mü yanaklarım çökük, yüzüm süzgün olmasın?

Mümkün mü kalbimi hüzün dağlamasın,

Mümkün mü bağrıma çöreklenmesin böylesine bir kaygı?

Mümkün mü halim çok uzaklardan gelmiş bir yolcunun halini andırmasın?

Mümkün mü yüzüm dondurucu soğuktan ve kızgın güneşten kavrulmasın?

Mümkün mü Bozkırda başıboş dolaşmamam?

Dostum, Gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Enkidu, Dostum, gezgin Katırım, Bozkırın Yaban eşeği, Bozkırın Panteri,

Onunla birlikte aşmıştık Dağları,

Birlikte yakalayıp öldürmüştük Dev Boğa'yı,

Birlikte öldürmüştük Sedir Ormanı'nda yaşayan bu Humbaba'yı,

Ve Aslanlar öldürmüştük Dağların geçitlerinde,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can Dostumu,

Benimle birlikte bunca tehlikeye göğüs germiş Can dostum Enkidu'yu,

Bütün insanların kaçınılmaz kaderi Ölüm yere çaldı,

Altı gün yedi gece gözyaşı döktüm onun için,

Ve razı olmadım gömülmesine,

Ta ki burnundan kurtçuklar düşene kadar,

İşte o zaman başladım ölümden korkmaya,

Ve o zaman başladım bozkırda başıboş dolaşmaya,

Dostumun acısı içime çöktü, başıboş dolaştım durdum bozkırda,

Dostum Enkidu’nun acısı içime çöktü, dolaştım durdum bozkırda,

Nasıl olur da susarım, nasıl olur da sessiz kalırım?

Can dostum Balçık oldu, Can dostum Enkidu Balçık oldu,

Ve ben de onun gibi, bir daha asla kendime gelmemek üzere,

Kara toprağa karışacak değil miyim?"

Gılgamış yine seslendi Utanapişti'ye;

"Bari dedim kendi kendime, gidip bulayım,

Herkesin dilindeki, O Uzaktaki Utanapişti'yi,

Bu yüzden gitmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı,

Aştım en aşılmaz dağları ve aştım tüm Denizleri,

Unuttum nedir dinlendirici uyku, bitkin düştüm uykusuzluktan (ilim arayışından),

Kollarım sızım sızım sızlıyor yorgunluktan,

Ve ne geçti elime bütün bunlardan?

Daha Meyhaneci Kadına ulaşmadan eskiyip paralandı Giysilerim,

Ayılar, sırtlanlar, aslanlar, panterler,

Kaplanlar, geyikler ve bir sürü vahşi hayvan öldürdüm,

Etlerini yemek ve postlarını giymek için,

Kaygının kapısı ziftle, katranla kapatılabilseydi keşke,

Ama Kader rahat yüzü göstermedi bana,

Felaketlere saldı ben zavallıyı."

Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a,

"Ey Gılgamış, niçin abartıyorsun mutsuzluğunu?

Seni tanrılar Tanrı İnsan cevherinden yarattılar,

Sana babanmış, ananmış gibi davrandılar,

( Mademki tanrılaşmış atalarımızdan söz ediyoruz, sözü kısa bir süre Kuran’a taşıyacağım. Kuran pek çok ayetinde atalar dinini eleştirir ama bir ayetinde şöyle der; " Haccı tamamladığınızda Allah’ı hatırlayın, tıpkı atalarınızı hatırladığınız gibi, hâttâ daha da güçlü bir hatırlayışla. Bakara 2/200."
Atalar dininde kalmakla Atalar dinini bilmek arasında önemli bir fark var ve biz bunları birbirine bağlamayı bir türlü beceremiyoruz. Rahmanı Rahime, geçmişi geleceğe bağlayamıyoruz. Ya Orada kalıyoruz, ya da Burada. )


Ey Gılgamış delirdin mi sen?

Tanrılar kendi kurullarında bir taht bağışladılar sana,

Çökeleği kaymak, yongaları yiyecek sanabilir bir deli,

Takınabilir boyun atkısı zannederek Yuları,

Bilmez ayırt etmesini iyiyi kötüden, yoksundur sağduyudan,

Düşün bunları Ey Gılgamış.

( Yirmi satır kırık, okunamıyor…)

Ne geçti eline kendini böyle perişan etmekle?

Eriyip bitersin böyle üzüm üzüm üzülmekle,

Kolların sızım sızım sızlar yorgunluktan,

Ve yaklaşırsın kaçınılmaz sona,

Kamışlıktaki bir kamış gibi kırılacaktır insanlık,

Ölüm alıp götürür delikanlıların en yiğidini,

Genç kızların en güzelini,

Ölüm,

Kimsenin yüzünü görmediği,

Kimsenin sesini duymadığı,

Ve kimsenin fark etmediği zalim Ölüm,

Yok eder insanları,

Ebediyen var olacak evler inşa ediyor muyuz?

Sonsuza dek geçerli sözleşmeler imzalıyor muyuz?

Ebediyen pay edilir mi bir miras?

Sonsuza dek sürüp gidebilir mi bir kin?

Irmak taşar mı sonsuza dek?

Birdenbire hiçbir şey kalmaz geriye

Akarsuya karışan su sineklerinden,

Güneşi gören yüzlerden, uyuyan da birdir ölen de,

Asla tanımlanmadı Ölüm,

Yaratıldığından bu yana tutsağıdır onun insanoğlu,

Yüce Tanrılar bir araya geldiklerinde,

Kader tanrıçası Mammetum,

Onlarla birlikte belirledi insanların akıbetini,

Hayat da, ölüm de bize onlardan vergi,

Ve biz bilemeyiz ne zaman öleceğimizi."

( Destan bu tablette en duygusal kelimelerle ve beyinlere kazımak istercesine sürekli ölümden söz ediyor, neden.? Ölüm korkusunun eğitim seviyesiyle doğru orantılı olarak artıp eksildiği yönündeki tespitler doğruysa, Destanın geri kalmış toplumlara ölümü tanıtmak istediği düşünülebilir. Eğer destanın amacı gerçekten buysa, Safa Kaçmaz’ın “Yaratılış insanın eşyayı tanımlamasıdır” sözü ile Kuran’ın “Yaşadığınız ölümü belirleyen biziz. Vakıa 56/60” ayeti aynı noktada buluşuyor demektir. )

(Onuncu tabletin sonu)


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder