Gılgamış Destanı 11. Tablet


Gılgamış şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Sana bakıyorum da Utanapişti, hiç de farklı görünmüyorsun benden, bana benziyorsun,

Tek farkımız şu, savaşacak yürek yok artık sende,

Yan gelip yatmaktan başka bir şey yaptığın yok,

( Elbette bu okuduklarımız gerçekten yaşanmış olaylar değil. Sadece insanın yaşadığı olayları kullanarak bilgelik aktarmayı hedefleyen felsefi bir konuşma metni izliyoruz. Nedeni şu ki, Gılgamış’ın Krallık ettiği yıllarda Utanapişti öleli yüz yıllar, belki de bin yıllar olmuştu. Şimdi biz Gılgamış’ı nasıl sadece bir bilge olarak hayal ediyorsak, Gılgamış da kendi zamanlarında Utanapiştiyi sadece bir bilge olarak hayal ediyordu. Yukarıdaki satırlar kendi benliğini kontrol altına alan bir bilgenin savaş ve şiddetten uzak olduğunu söylüyor. )

Söyle bana, nasıl oldu da Tanrılar Meclisine katıldın,

Ve buldun ölümsüz hayatın sırrını?"

Bunun üzerine Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a;

"Sana bir sır açacağım Gılgamış, Tanrıların bir sırrını açacağım sana,

Fırat'ın kıyısına kurulmuş Şurrupak Kentini bilirsin,

Hani şu Tanrıların toplandığı Eski Kent,

İşte orada Tufan'ı kışkırtmak hevesine kapılmıştı Yüce Tanrılar,

Başkanları Anu, Danışmanları Kurnaz Enlil,

Yardımcıları Ninurta ve Ustabaşları Ennugi idi,

( Ninurta tufanı planlayan Tanrı Enlil’in oğludur, gök gürültüsü (tehdit) ve savaş tanrısıdır. Ennugi sulara (insan topluluklarına) yön veren tanrıdır. )

Ama onlarla birlikte yemin ettiği halde,

Tanrı Enki, kamıştan çite açıkladı sırrı,

Kamış çit, kamış çit!

Duvar, duvar!

Dinle kamış çit, unutma duvar!

( Bottero diyor ki; "O dönemde evlerin duvarı çamurla sıvanmış kamış çitlerden yapılırdı ve Utanapişti böyle kamış duvardan yapılmış evininin içindeydi. Tanrı Enki, Enlil tarafından karar verilen bu Tufan'ı kimseye söylemeyeceğine yemin ettiği için Utanapişti’ye doğrudan söyleyemiyor, kamış duvara söyleyerek duyuruyor."

Dilimizdeki "duvara söylemek / dediğini dinletememek" deyimi o günlerden kalmış olmalıdır. )


Ey Şurrupak Kralı UbarTutu'nun Oğlu,

("Ubar Tutu, "Tanrı Tutu'nun koruduğu” demektir. Sümer Krallar Listesine göre, Tufandan hemen önce Şurrupak Kentinin Kralı Ubar Tutu’dur ve aynı zamanda tüm Sümer Ülkesinin Kralıdır. Tanrıların Tufan toplantısı bu nedenle Şurrupak Kentinde düzenlenmiştir ve Utanapişti, Ubar Tutu’nun oğludur." )
Yık evini de Bir Gemi yap kendine,

( Yukarıdaki satırlar bir gemiden değil, hayatta kendimize seçeceğimiz bir yoldan söz ediyor. Bu gemi, herkesin kendisi ve çocukları için inşa ettiği kişisel bir inanç gemisi.) 


Yüz çevir dünya nimetlerinden,

( Okuduğumuz metin Asurlular dönemine aittir. Babillilerin anlattığı Atrahasis efsanesinde bu cümle şöyle ifade edilmiş; “Evi bırak, bir gemi yap. Mallarını koru, hayatını kurtar.” Bu cümledeki “mallarını koru” ifadesi, “çoluk çocuğunu cehennem ateşinden uzak tut” anlamındadır. Aksi olsaydı, hemen öncesinde "Evi bırak" denmez ve az sonra göreceğiniz gibi kendi sarayını kayıkçıya terk etmezdi. )

İstiyorsan eğer hayatını kurtarmak,

Birlikte bin gemiye hayvanların her türlüsüyle,

( Cümlenin anlamı şu; "Seçeceğin yolda, her türlü insanla hayatı paylaşmak zorunda olduğunu unutma." Eski toplumlar kendilerini diğer toplumlardan ayırmak için hayvanları sembol edinir ve onlara verdikleri isimlerle anılırlarmış. Bugün pek çok insanın Aslan, Kaplan, Kurt, Karaca, Kartal, Atmaca, Şahin gibi soyadları taşıması bu tarihsel geleneğin bir sonucudur. Araştırmacı Safa Kaçmaz'ın çalışmaları bunu açık olarak ortaya koyuyor. ) 


Yapacağın geminin eni boyuna eşit olsun,

( Hep aynı kanadını çırparak uçmaya çalışma, hep aynı taraftaki küreği çekerek yüzmeye çalışma, yol alamazsın. İki kanadını birden çırp, iki küreği birden çek, hem bu yaşam için çalış, hem gelecek sonsuz yaşam için.)

Üstünü örten çatı Apsu'nunki gibi olsun,

( Bu satır Babil Tufanı Atarharis'de şöyledir; "Onun tavanı deniz derinliği gibi olsun, Öyle ki, güneş girmesin içine." Gerek Sümer kültüründe, gerek Antik Mısır kültüründe güneş iki halde tasavvur edilirdi; Gündüz güneşi ve Gece güneşi. Gündüz güneşi dünyayı, Gece güneşi ölümden sonraki dünyayı aydınlatırdı. Burada anlatılmak istenen; Bu dünyanın gelecek dünyayı karartmasına izin verme, yanlışı doğruya, haramı helala karıştırma, türünden bir tavsiyedir. )

Ne dediğini anlayınca şöyle dedim efendim Enki'ye;

Kendimi bu işe vereceğim, emrini yerine getireceğim,

Ama sorarlarsa ne diyeceğim Kent halkına, Yaşlılara?

( O güne kadar Tanrıların sürdürdüğü peygamberlik görevini ilk defa bir insan üstleniyordu ve bizim Nuh olarak tanıdığımız Utanapişti bu nedenle toplumsal tepkiden endişeliydi. ) 


Bunun üzerine açtı ağzını Enki ve şöyle dedi ben hizmetkârına;

Ey Efendi, şöyle söylersin onlara;

Korkarım, Enlil adamakıllı öfkelendi bana,

( Bu cümle Babil Tufanı Atarharis'de şöyledir; "Benim tanrımla sizin tanrınız uyuşamıyor, Enki ve Enlil birbiriyle devamlı kavgalılar." )

Bu yüzden duramam artık ne sizin kentinizde, ne Enlil'in ülkesinde,

Artık Apsu'ya inip Efendim Enki’nin yanında kalacağım,

( Bottero Kuran'ı ve Ortadoğu kültürünü tanımadığı için Apsu denen tatlı su denizine anlam verememiş ve Sümerlerin yerin altında suyu tatlı olan bir denize inandıklarını düşünmüş. Bu doğru değil. Apsu, ölüp dirildikten sonra yaşayacağımız ölümsüz hayat denizi ve ona inananların hayat anlayışıdır. ) 


İşte o zaman Enlil bolluğa boğacak sizleri,

( Dikkat edin, suya sele değil, bolluğa.!)

Kuşlar, balıklar yağacak üzerinize, hasatınız bol olacak,

( Bu kuşları ve balıkları Tevrat, İncil ve Kuran'da da görüyoruz. )


Sabahları ekmek, akşamları peynir yağacak üzerinize.

Tanyeri ağardığında toplandı çevreme Ülkenin tüm ahalisi,

Dülgerler Baltalarıyla, Kamış ustaları Taş tokmaklarıyla geldiler,

( Gemi için yeteri kadar usta ve işçinin gelmesi yetmiyor muydu, niçin tüm ahali toplanıyor? Çünkü bir Gemi yapımı söz konusu değildir ve bu sıradan bir gündür. Utanapişti bir Prenstir ve halk günlük işler için emir almak üzere toplanıyor. )

Zenginler Zift (haram), Yoksullar emek (helal) getiriyordu,

Beşinci günün sonunda,

Geminin Omurgasını Bir İku (tanrı inancı) üzerine oturttum,

( İku, 60x60=3600 mt2 olan bir alan ölçüsüdür. Burada, biri dünya diğeri ahiret olmak üzere yan yana gelen iki tanrısal 60 sayısının oluşturduğu iki hayatı anlatıyor. ) 


Suyun altındaki kısmı Bir Ninda (6 mt.), suyun üstündeki kısmı Dört Ninda (24 mt.) idi,

Sonra içini düzenledim,

Geminin altını ve üstünü Yedi bölmeye ayırdım,

( Yedi kat yer ve Yedi kat gök inancından söz ediliyor. ) 


Ambarını dokuz bölmeli yaptım,

( Ambar yiyecek deposudur ve insan gırtlağı dokuz boğumdur. Üflemeli sazlardan Ney bu nedenle dokuz boğum yapılır. Bunun tasavvuftaki anlamı şöyledir; Sekiz düşün, bir konuş. )

Ortasına Su Kazıkları çaktım,

( Lansberger ve Bottero, gerçekten bir gemi inşa edildiğini düşündükleri için bu su kazıklarını anlayamamışlar. Şimdi Su ve Kazık kelimelerini ayrı ayrı inceleyeceğiz. 


Gılgamış Destanında iki ayrı Su var; biri Tatlı Su, diğeri Ölüm Suyu. Tatlı Su; Ölümsüz hayatı ve Cenneti anlatıyor. Ölüm suyu ise ihtiraslarla ve günahlarla dolu dünya hayatını anlatıyor. Bu anlatımın, biri tatlı diğeri acı iki sudan söz eden Furkan 25/53 ve Fatır 35/12 ayetleri ile Kuran’a da yansıdığını görüyoruz.

Kazık; Hayvanların ipini bağlamak için toprağa çakılan ağaç veya demir kazıklardır. Bir şeyi tutmaya, sabitlemeye yarar. Bu kelime Kuran’a Sad 38/12 ve Fecr 89/10 ayetleriyle yansıyor. Bu ayetlerde firavunun bilge danışmanları, günümüz tabiriyle toplum mühendisleri anlamında kullanılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Utanapişti Kayıkçıya güvenmediği için sisteme ayrıca doğruyu gösteren ve Ölüm Suyu konusunda uyaran bilge danışmanlar ilave ediyor. ) 

Sonra uzun sırıklar getirttim ve donanımı yerleştirdim,

( Dalları budakları temizlenmiş ve uçları sivriltilmiş bu sırıklar temel ahlaki değerler ve şeriat dediğimiz hukuk olmalıdır. )

Kazana Üç Şar Zift (haram) doldurdum,

Bir o kadar Katran (günah) verdi bu,

( Katran suç ve günahla eşitlendiği içindir ki, eski zamanlarda suçluların yüzüne katran sürülüp gezdirilerek cezalandırılırmış. Yüzü kararmak ve yüzü kara çıkmak deyimleri bu cezadan kalan izlerdir. Tevrat Lut'un kavmi Sodom ve Gamora kentlerinin günahı için kullanır. Kuran ise konuyu genelleştirir ve şöyle der; "İyilerin yüzüne katran sıvanmaz. Yunus 10/26", "Suçluların yüzüne katran sıvanır. Abese 80/41" )

Yük taşıyıcılar taşıdı bu Üç Şar Zifti (haramı),

( Bu taşıyıcıların Taştan İnsanlar olması muhtemeldir.) 


Bir Şar kalafatlamada (haramın sadakası olarak) kullanıldı,

İki Şar Kayıkçıda (din adamında) kaldı,

( Kayığı sürene Kayıkçı, gemiyi sürene Gemi Kaptanı, Ahiret Gemisini sürene de Din Adamı derler. Haram ziftin üçte ikisini alan Kayıkçı Din adamıdır. Kuran bu gerçeği daha sert bir dille açıklar;

"Ey iman edenler, âlimlerden ve din adamlarından çoğu insanların sırtından geçinir ve Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da Allah yolunda harcamayanlara acı verici bir cezayı haber ver. O topladıkları cehennem ateşinde kızgın kor olup önlerinden yanlarından ve arkalarından dağlarken denir ki; İşte topladığınız servet, artık çıkarın tadını. Tevbe 9/34-35." )


Sığırlar kestirdim Ustalar için, koyunlar boğazlattım her gün,

Halis bira, zeytinyağı ve şarap tükettiler,

Sanki Nevruz bayramı idi kutladıkları,

Ve ben akşam olunca yıkanıp arındım,

Yedinci günün akşamı Gemi tamamlanmıştı,

Ama gemiyi suya indirmek çok zor oldu,

Aşağıdaki ve yukarıdaki Safralar yer değiştirdi durdu,

( Haram ile helal arasında gidip gelenlerden söz ediliyor. )

Ta ki geminin üçte ikisi Suya gömülünceye kadar,

( İlk suya indirildiğinde geminin beşte biri su içindeydi, demek ki inançlar zaman ve sabırla olgunlaşıp ağırlaşıyor.? )

Ertesi gün neyim varsa, ne kadar gümüşüm varsa hepsini yükledim gemiye,

( Ne kadar gümüşüm varsa hepsini yoksullara dağıtarak Ahiret Gemisine yükledim.)

Ne kadar altınım varsa hepsini yükledim gemiye,

( Ne kadar altınım varsa hepsini yoksullara dağıtarak Ahiret Gemisine yükledim.) 


Hayvanlarımın hepsini, ailemi, tüm Ev Halkını Gemiye bindirdim,

( Utanapişti'nin "Ev Halkı", daha sonraki Tek Tanrılı Dinlerde "Ehli Beyt" adını alacaktır. )

Ayrıca vahşi hayvanların her birini ve bütün ustaları Gemiye aldım,

Şamaş'ın; Seher vakti ekmek, akşam vakti buğday yağdırdığımda,

Gemiye bin ve ambarın kapağını sımsıkı kapat, dediği an gelip çatmıştı,

Seher vakti ekmek, akşam vakti buğday yağdığında havayı gözledim,

Korkutucuydu görünüşü, Geminin ambarına indim ve sımsıkı kapattım kapağını hemen,

( Haram lokma girmesin diye..)

Gemiyi su geçirmez yapan Kayıkçı Puzur Amurru'ya Sarayımı armağan ettim her şeyiyle,

( Kayıkçı haramın üçte birini sadaka etmiş, üçte ikisini kendine ayırmıştı, şimdi de Utanapişti'nin armağan ettiği sarayı aldı. Evet ama, nasıl bir ilgi var topladığı haramlarla su geçirmezlik işi arasında? Sanırım Kayıkçı ölüm suyu denen haramı alarak gemidekilerin temiz kalmasını sağlıyor. )

Tanyeri ağardığında bir kara bulut yükseldi ufuktan,

Gürlüyordu Adad kara bulut içinde,

(Adad; Anu, Enlil, Enki, Sin ve Şamaştan sonra gelen 6. Tanrıdır. Tarım, yağmur, ürün, matematik, sayı gibi konulardan sorumludur. Halen kullandığımız “adet/tane” sözcüğü de Onun isminden geliyormuş. Öyle anlaşılıyor ki Tanrılar hesaplı kitaplı bir iş yapıyorlar. )

Dere tepe aşarak önden gidiyordu Tanrısal haberciler Şullat ve Haniş,

( Botterro bu iki ismin 2. derece tanrılar olduklarını ve şimşek, yıldırım taşımakla sorumlu olduklarını bildiriyor. )

Nergal açtı göğün kapaklarını ve Ninurta taşırdı yerin sularını (insan sellerini),

( Nergal Cehennem Tanrısı, Ninurta Savaş Tanrısıdır. Bu durum bir göçe veya bir savaşa ve bu sırada yaşanan toplumsal kargaşaya benziyor. )

Cehennem tanrıları meşaleleriyle tüm ülkeyi tutuştururken,

( Cehennem tanrıları Anunnakilerdir, yani yerin Krallarıdır. )

Adad'ın (hesabın) ölüm sessizliği bürüdü Göğü,

Işıyan her şeyi karartarak,

Bir çömlek gibi paramparça ettiler ülkeyi.

İlk gün kudurmuş gibi esti fırtına,

Ve dehşetli bir kargaşa çöktü İnsanların üstüne,

Göz gözü görmüyordu,

Oluk oluk akan bu sularda,

Kalabalıklar görülmez etti Gökleri,

Bu Tufandan dehşete düşen Tanrılar,

Kaçıp Göğün en tepesine tırmandılar,

Köpekler gibi tortop olmuşlardı orada,

Ve yere çömelmişlerdi doğuran bir kadın gibi,

Bağırıyordu Tanrıça güzel sesli Belit, sızlanıyor ve şöyle diyordu;

Ah, Tanrılar Meclisi'ne bu felaketi buyurduğum O gün asla var olmasaydı keşke,

Nasıl oldu da böyle bir kıyıma karar verebildim insanları yok etmek için,

Getirmez olaydım keşke dünyaya İnsanlarımı,

Denizi balıklar gibi doldursunlar diye,

Ve Tanrıların En Yüceleri de Onunla birlikte sızlanıyorlardı.

Bitkindi tüm tanrılar, ağlıyorlardı üzüntüden,

Dudakları kavrulmuştu susuzluktan ve kaygılıydılar,

( Bu nasıl bir Tufan, aşağıyı sel götürüyor ama yukarıda Tanrılar susuzluktan kırılıyor?)

Altı gün ve yedi gece boyunca yeryüzünü kasıp kavurdu,

Boralar, Şiddetli Yağmurlar, Kasırgalar ve Tufan.

Yedinci gün, gün ağarınca dindi Fırtına, Tufan ve Kıyım,

Kasırga ve Fırtına dinince, Deniz duruldu doğuran bir kadın gibi,

Çevreme baktım, sessizlik hüküm sürüyordu,

Balçığa dönüşmüştü bütün insanlar,

Ve denizin üstü, bir taraça dam gibiydi,

Bir hava deliğini açtığımda, serin bir hava çarptı yüzüme,

Diz çöktüm ve ağladım sessizce, gözyaşlarım yanaklarıma akıyordu,

Sonra kıyılara baktım, Ufukta, Yüz metre kadar ileride,

Bir kara parçası görünüyordu, Nissir (Bolluk) Dağı idi bu,

( Nissir kelimesi Kuran'a "Cud" olarak yansımıştır ve bolluk demektir. )

Gemi o dağa oturmuştu, Nissir (Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan,

Birinci gün ve ikinci gün, Nissir (Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan,

Üçüncü ve dördüncü gün, Nissir (Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan,

Beşinci ve altıncı gün, Nissir (Bolluk) gemiyi alıkoydu yolundan,

Yedinci gün bir Güvercin salıverdim, Güvercin uçtu gitti,

Sonra geri geldi, konacak bir yer bulamadığı için,

Sonra bir Kırlangıç salıverdim. Kırlangıç uçtu gitti,

( Güvercin yerleşik halktan birini, Kırlangıç göçerlerden birini temsil ediyor. Fakat ikisi de seçicidir ve inançlarına uygun bir yaşama ortamı bulamıyorlar. )

Ama geri geldi konacak bir yer bulamadığı için,

Sonra bir karga salıverdim, Karga uçtu gitti,

Ama suların çekilmiş olduğunu görünce, yemeğe koyuldu ne bulduysa,

( Karga kuşların en zekilerindendir, fakat seçici değildir, ne bulursa yer. )

Gak gak öttü, pıskırdı, ama geri dönmedi artık,

Bunun üzerine her şeyi dört bir yana savurdum,

Ve bir yemek şöleni hazırladım tanrılara,

Dağın doruğunda bir sofra kurdum,

Her bir yana Yedi şarap küpü yerleştirdim,

Ve bu küplerin gerisindeki buhurdanlara,

Güzel kokulu kamış, sedir ve mersin ağacı yaprağı doldurdum,

Tanrılar güzel kokuyu alınca sinekler gibi üşüştüler sofranın başına,

( Hz. Muhammet'in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla, güzel koku imanı ve iyi ahlakı sembolize ediyor. )

Ama gelir gelmez Yüce Tanrıça havada salladı,

Anu'nun sevdalıyken kendine hediye ettiği,

İri sinekler (bilge evlatlar, bilge insanlar) dizili gerdanlığını,

Ey burada hazır bulunan Tanrılar, diye bağırdı;

"Asla unutmayacağım gerdanlığımın bu lacivert taşlarını,

Asla unutmayacağım bu uğursuz günleri,

Hiç çıkmayacak onlar belleğimden,

Diğer Tanrılar gelip bu şölene katılabilir ama Enlil asla gelmemelidir,

Çünkü önünü ardını düşünmeden karar verdi Tufan'a,

Ve insanlarımı attı ölümün kucağına."

Ama Enlil gelir gelmez gördü Gemiyi (inancı),

Büyük bir öfkeye kapıldı ve ateş püskürdü Tanrılara;

"Demek ki kurtulan biri var, oysa tek bir can bile kurtulmamalıydı bu felaket'ten."

Bunun üzerine Ninurta açtı ağzını söze başladı ve şöyle dedi Kurnaz Enlil'e;

Enki'den başka kim yapabilir böyle bir şeyi, sadece Enki bilir her şeyi yapmayı.

Enki açtı ağzını söze başladı ve şöyle dedi Kurnaz Enlil'e;

"Sen ki en Bilgesi, en Kurnazısın Tanrıların,

Nasıl olur da önünü ardını düşünmeden karar vermiş olabilirsin Tufan'a?

Suçlu kimse onu cezalandır, suçun cezasını suçlu çeksin,

Ya da öldüreceğine bağışla onları, yok etmeye kalkışma, acı onlara,

Keşke aslanlar öldürseydi de İnsanları, bu Tufan olmasaydı,

Keşke kurtlar öldürseydi de İnsanları, bu Tufan olmasaydı,

Keşke açlıktan ölseydi de İnsanlar, bu Tufan olmasaydı,

Keşke salgın hastalıktan ölseydi de İnsanlar, bu Tufan olmasaydı,

Ben açıklamadım Yüce Tanrıların sırrını, Yüce Bilge'ye bir rüya gördürdüm sadece,

Öğrenmiş oldu bu sırrı böylece, şimdi sizin kararınıza bağlıdır Onun kaderi."

Bunun üzerine Enlil Gemiye çıktı, elimden tutarak beni de gemiye çıkardı,

Sonra karımı da çıkartarak yanında diz çöktürdü,

İkimizin arasında durarak elini alnımıza değdirdi ve şu sözlerle kutsadı bizi;

"Utanapişti, ölümlü bir yaratıktı şimdiye kadar,

Bundan böyle O ve karısı, biz Tanrılar gibi ölümsüz olacaktır,

Ama uzakta, Irmakların Ağzı'nda yaşayacaklar."

( Cümlenin anlamı: "Bizim gibi ölümsüz olacaklar ama bu dünyada değil! Bu dünyada ölecekler ve Uzaktaki Irmakların, yani ölüp dirildikten sonraki sonsuz hayatta yaşayacaklar." )

Bunun üzerine Tanrılar bizi aldı (öldürdü),

Ve uzakta yaşamak üzere Irmakların Ağzı’na yerleştirdiler,

("Irmakların ağzı" sözünü Berzah olarak da anlamak mümkün. )

Şimdi Ey Gılgamış, kim yeniden bir araya toplayacak Tanrıları senin için,

Aradığın Ölümsüzlüğe kavuşasın diye?

İstersen, altı gün ve yedi gece Gözünü kırpmadan uyumamayı dene de gör.

Ama Gılgamış çömelir çömelmez Uyku bir Sis gibi bastırdı onu,

Ve Utanapişti şöyle dedi karısına;

Ölümsüzlüğü kavuşmaya kalkışan şu Efendiye bak!

Uyku birdenbire bir Sis gibi sarmaladı onu,

( Bu Sis Enuma Eliş Destanında karşılaştığımız Sis olmalıdır. Yani, geçiş döneminin belirsizliği. ) 


Karısı şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Sarsala bu adamı da Uyansın ve yola koyulsun henüz Sağ iken,

Kent kapısından geçip Ülkesine (ahiret yurduna) dönsün."

Ama Uzaktaki Utanapişti şöyle dedi karısına;

"İnsanlar şüphecidir, uyandığında sana inanmayacaktır,

Bu nedenle onun günlük ekmeğini pişir de başucuna koy,

Ve Uyuduğu günleri göstermek için de duvara çentik at."

Böylece karısı ona her gün ekmek pişirdi ve başucuna koydu

Uyuduğu günleri göstermek için duvara çentik attı,

İlk somun sertleşti,

İkincisi küflendi,

Üçüncüsü nemli kaldı,

Dördüncüsünün kabuğu ağardı,

Beşincisi benek benek pamuklandı,

Altıncısı bayatladı,

Yedincisi pişirilmek üzereyken,

Gılgamış'ı dürterek uyandırdı,

Ve Gılgamış şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Tam uyuyacakken dürtüp uyandırdın beni."

Ama Uzaktaki Utanapişti şöyle dedi Gılgamış'a;

"Say Gılgamış, şu somunları say da kaç gün uyuduğunu ispatlayayım sana;

Birincisi Sertleşti,

İkincisi küflendi,

Üçüncüsü nemli,

Dördüncüsünün kabuğu ağarmış,

Beşincisi benek benek,

Altıncısı bayatlamış,

Ve yedincisi pişirilmek üzereyken dürterek uyandırdım seni."

( Utanapişti şunu diyor; Uyurken günlerin geçtiğini nasıl farkında olmadıysan, her şeyin bozulduğunu ve yerine tazesinin geldiğini nasıl göremediysen, bu öldüğünde de böyle olur. Uyandığında taptaze sıcak bir ekmekle karşılaşırsın ve O cennettir. Uyku bir ölümdür ve ölüm de bir uykudur. )

Bunun üzerine Gılgamış şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Ben ne yapacağım Utanapişti, nereye gideceğim şimdi?

Adam Kaçıran (gaflet uykusu) bana da hükmediyor demek ki,

Ölüm yatak adama çöreklenmiş, nereye adım atsam Ölüm."

Utanapişti ona, Kayıkçı Urşanabi'ye şöyle dedi:

"Urşanabi, bu limanda barınamazsın artık,

Bu iki kıyı arasında işleyen gemi senden nefret ediyor,

Sen ki bu kıyılara gelip gidensin, vazgeç artık bundan,

( Bu satırların tercümesini Kayıkçıların, yani din adamlarının yapması daha doğru olur. Ancak şu kadarını söyleyeyim, Din görünümündeki Bilimin kendini yenilediği bir zamanı okuyor olabiliriz. )

Buraya kadar getirdiğin bu adamın,

Karmakarışık saçları yüzünden güzel olduğu fark edilmiyor.

Sırtındaki hayvan postu (deri/beşer) bedeninin güzelliğini göstermiyor,

Düş önüne de arınmaya götür onu,

Birbirine karışmış saçlarını bir güzel yıkasın,

Sırtındaki postu (deri/beşer) denize atsın, bedeninin güzelliği ortaya çıksın,

Alnına yeni bir saç bağı dolasın,

Ve ona yakışan bir Giysiye (insanlık) bürünsün,

Yurduna (cennete/sonsuz hayata) giden Yolun (dünya hayatının) sonuna varıncaya dek,

Giysileri eskimesin, yepyeni kalsın."

Bu sözler üzerine, Urşanabi arınmaya götürdü onu,

Karmakarışık saçlarını bir güzel yıkadı, sırtındaki postu (deriyi /çirkin huyları) denize attı,

Ve vücudunun güzelliği ortaya çıktı,

Alnına yeni bir Saç Bağı doladı,

Ona yakışan bir Giysiye büründü,

Yurduna giden Yolun sonuna varıncaya dek Giysisi yepyeni kaldı.

Gılgamış ve Urşanabi suya indirdikleri Gemiye bindiler,

O sırada karısı şöyle dedi Uzaktaki Utanapişti'ye;

"Mademki Gılgamış yorgun argın buraya kadar geldi,

Ona bir şey vermeyecek misin Ülkesine dönerken?"

Bu sözler üzerine Gılgamış Bir Sırık yardımıyla Gemiyi yanaştırdı kıyıya,

( Evet ama, Gılgamış ölüm suyunu geçerken bütün sırıkları kullanmıştı, sırık kalmamıştı, nereden buldu bu sırığı? Anlıyorsunuz ki o sırıklar insani sıfatlardır. Gılgamış onları budayıp doğrultarak kontrol altına almış ve kendine mal etmiştir. )

Ve Utanapişti şöyle dedi ona;

"Gılgamış, buraya kadar yorgun argın geldin, ne vereyim sana Ülkene dönmek üzereyken?

Bir sır açacağım sana, Tanrıların bir sırrını söyleyeceğim,

Bir Ot var ki, kökleri Tekedikeni'nin köklerine benzer,

Ve dikenleri Böğürtlen dikeni gibidir, dokunanın ellerine batar,

Ama onu ele geçirebilirsen ölümsüz hayata kavuşursun."

Bunu duyan Gılgamış derin bir kuyu kazdı,

( Gılgamış bu ilim kuyularını Huvava’yı bulmaya giderken de açmıştı. )

Ayaklarına ağır taşlar bağlayıp kuyuya indi.

Bitkiyi bulduğu Denizin dibine batırdı onu bu taşlar,

( Gılgamış’ın Büyük Denize ulaşmak için ayaklarına bağladığı ağır taşlar nedir? Bu sorunun cevabını, “İnanna’nın Ölüler Diyarına İnişi” isimli destanda yine Sümerler veriyor;

“ Yedi tanrısal yasayı yanlarına bağladı,

Tanrısal yasaları topladı, eline aldı,

Bütün yasaları yürümek için hazır bekleyen ayağına bağladı..”

Gılgamışın ayaklarına bağladığı o ağır taşlar, Tanrısal Bilgiler ve Tanrısal Kanunlardır. )


Ve dikenleri ellerine battı Ot’un,

( Elimize batan o dikenler, Tanrıya ulaşma yolunda karşılaştığımız zorluklardır. Budizm o büyük denizin adına Nirvana der ve Budist rahipler Ona ulaşmak için ömürlerini feda ederler. Çile dolu bir yolculuk olduğu içindir ki İslam Tasavvufunda “Çile” olarak bilinir. )

Ama Gılgamış Otu koparmayı başardı,

Sonra ayaklarını ağır taşlardan kurtarınca Deniz kıyıya attı onu.

Ve Gılgamış şöyle dedi Kayıkçı Urşanabi'ye;

"İşte Ölüm korkusunu gideren Ot, Onun sayesinde ölümden dirilebiliyor insan,

Ağıllı Uruk'a götürüp deneyeceğim orada, Ölü birine vereceğim Yesin diye,

Çünkü, “Ölüleri Dirilten Otu”dur, onun adı,

Ben de yiyeceğim ondan Ölümsüzlüğe kavuşmak için."

Yirmi Beru (200 km.) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km.) yürüdükten sonra konakladılar,

Ama serin bir gölet gören Gılgamış atladı suya,

Ve Otun kokusunu alan bir yılan gizlice çıktı yuvasından,

Ve bitkiyi kapar kapmaz attı derisini (yılanlık derisini),

Bunun üzerine Gılgamış oturup ağladı,

Yanaklarına akıyordu gözyaşları,

Tutup Kayıkçı Urşanabi'nin elinden şöyle dedi ona;

"Kimin için yoruldu kollarım, kimin uğruna kanadı kalbim?

Bir iyiliğim dokunmadı kendime, Toprağın Aslanına kaptırdım otu,

( Landsberger ve Bottero yukarıda okuduğumuz satırlara bakarak “Toprağın Aslanı” deyiminin Yılan için kullanıldığını düşünüyorlar. Ancak ben öyle düşünmüyorum, çünkü Aslan benzetmesi yılan için asla kullanılmaz. “Toprağın Aslanı”, “Toprağın Oğlu” deyimine benzer bir deyimdir ve cesur insanlar için kullanılır. )

Şimdi Yirmi Beru (200 km.) yükseldi denizin suyu,

Kuyuyu kazarken çıkardığım taşları akıntı götürdü,

Şimdi nasıl bulurum Ot’un yerini,

Gemiyi de kıyıda bıraktım ve ondan çok uzaktayım artık?"

( Bu satırları ilk okuduğumda önce Gılgamış adına, sonra da kendi adıma çok üzülmüştüm. Sonra anladım ki, ölümsüzlük otunu kapan yılan bizizdir ve Gılgamış için üzülmeye gerek yoktur. Çünkü o kendini yenilemeyi ve ölümün geçici bir uyku olduğunu anlamayı başarabilmişti. Gılgamış'ın döktüğü gözyaşları kendi için değil, otu kapmasını beklediği bizim yılanlarımız içindi. Ben asıl kendim için üzülmeliyim. Ölümsüzlük denizinden çok uzaklardayım ve ölüm suyunu geçtiğim geminin kürekleri yeterince uzun değil. ) 


Yirmi Beru (200 km.) yürüdükten sonra azık yediler,

Otuz Beru (300 km.) yürüdükten sonra konakladılar

Ve sonunda Ağıllı Uruk'a vardılar,

Gılgamış şöyle dedi Kayıkçı Urşanabi'ye;

Çıkıp Uruk surlarına bir dolaş,

Dikkatlice bak, gözden geçir temellerini,

Bütün bunlar Pişmiş Kerpiçten yapılmış değil mi?

( Haklısın Gılgamış, gerçekten Pişmiş Kerpiçten yapılmış bu temeller. O Pişmiş kerpiçlerden sonuncusu Muhammet’ti ve Kamil İnsan dediğin Pişmiş bir Kerpiçtir. Ve, Arkeoloji kerpice bakar, Felsefe ne denli Pişmiş olduğuna..?

Bottero diyor ki; “Uruk şehrinde yapılan arkeolojik kazılar, surlarda kullanılan kerpiçlerin pişmiş kerpiç olmadığını, güneşte kurutulmuş normal kerpiç olduğunu gösterdi. Gerçek bu iken Destan Yazarının pişmiş kerpiçten söz etmesi bir abartı olsa gerektir.”

Oysa Antik Mısır papirüslerinde insan bedeninin bir kerpiç ile sembolize edildiğini hatırlasaydı, Hz. Muhammet’in kendisini bir binada bir kerpiç olarak tanımladığını hatırlasaydı, bu kerpiçlerin nasıl bir kerpiç olduğunu ve hangi Güneşte/Ateşte nasıl piştiğini daha kolay anlayabilirdi. ) 


Yedi Bilge tarafından atılmış değil mi temelleri?

( Haklısın Gılgamış, O Yedi Bilgenin Altısı Tanrılardı, Yedincisi ise onların eğittiği insandır. Boşuna Yedi Bilge aramayın, çünkü yok. Altı Tanrıya eklenmeyi başarabilen her insan Yedinci Bilgeyi oluşturur ve Yedi Bilgelerin sayısı bilinmez. )


Bir Şar Kent alanı, bir o kadar bahçeler

Ve bir o kadar işlenmemiş toprağı kaplıyor İştar Tapınağı,

İştar'a (Aşka ve Savaşa) özgüdür bu tapınak,

Göz alabildiğine Üç Şar,

Üstünde Uruk' un yükseldiği toprak.

(On birinci tabletin ve Gılgamış Destanının sonu)

***






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder