Tanıtacağım cümle âleme yerin altındaki suyun kaynağını göreni,
( Yerin altındaki su kaynaklarını tespit etmek yakın zamanlara kadar revaçta olan çok önemli bir bilgelik ise de bu su bildiğimiz su değil. Bu anlatımda yer; tanrılar tarafından yaratılan ölümlü insan hayatıdır. Yerin üstünde iki çeşit su akar. Tatlı sular tanrıların ölümsüz hayatı, Acı sular insanların ölümlü hayatıdır. Yerin altında da iki çeşit su akar. Tatlı su denizi ölümsüz Cennet hayatı, Acı su denizi ise ölümsüz Cehennem hayatıdır. )
Her şeyi görmüş, tüm dünyayı tanımış, her şeyin sırrına ermiş olanı
Ve her yerde gizli kalmış her şeyi keşfedeni,
Bilgelerin bilgesini, her şeyi bir bakışta kavrayanı,
O seyreyledi karanlıkları, açıkladı tüm sırları,
( Seyredilen karanlıklar insanın hayata ve ölüme dair cevap aradığı sorulardır.)
Hatta öğretti bize Tufan'dan önce olup biteni,
Çıktığı uzun yolculuktan dönünce yorgun, fakat olgun bir bilge olarak,
Kazıdı bir mezar taşının üstüne başından geçen her şeyi.
Odur ağılı bol Uruk'u surlarla çevirten,
Ve kutsal hazine Eanna Tapınağı'nı inşa ettiren,
( Bottero şöyle diyor; Uruk hem çok eski geçmişi, hem de surlar içindeki büyük Eanna tapınağı ile ünlüydü. E. Anna, Sümer dilinde "Gök'ün Tapınağı" anlamına geliyor. Kutsal hanedanın kurucusu ve babası Gök tanrı An (Akkadcası Anu) ile gözdesi İnanna'ya adanmıştı. Akadlar’ın İştar dediği İnanna Aşk ve Savaş Tanrıçasıydı. )
Bak kıldan örülmüş bir urgan gibi sımsıkı örülmüş duvarlarına,
Bak bu eşsiz sütunların kaidesine,
Dokun çok uzaklardan getirilmiş kapı eşiğinin taşına,
( Kapı eşiği dini literatürde önemli bir kavramdır. İyiyi ve kötüyü ayıran sınır olarak tanımlanır. Bu eşiğin çok uzaklardan getirilen bir taş olması, insanlık tarihinin derinliklerinden süzülerek gelen kökleşmiş kanun ve kuralların ifadesidir. )
İlerle, başka krallardan hiçbirinin ve hiç kimsenin asla bir benzerini yapamadığı,
İştar’ın evi Eanna'ya doğru,
Çıkıp Uruk'u çevreleyen surlara, dolaş üzerinde,
Dikkatle bak temellerine, gör nasıl örülmüş olduğunu,
( Destan yazarının sütun kaidelerine ve duvar temellerine dikkat çekmesi nedensiz değildir. Çünkü bu kelimeler sadece sağlam bir yapının temelini değil, aynı zamanda toplumların tabi olduğu temel ahlaki esasları ve hukuk kaidelerini de ifade eder. )
Pişmiş tuğladan yapılmış değil mi bunlar?
Ve Yedi Bilge atmamış mıydı temellerini?
( Bottero diyorki; "Bir söylenceye göre insanın ve kültürün yaratıcısı, Tanrı Enki'nin eğitip yetiştirdiği Yedi Bilgedir. Yaşam için gerekli teknik bilgileri tüm ülkeye yaymışlardı. Giriştikleri her işi başarmalarını beklemek bir gelenekti.")
İşte Bir Şar (2 km x 2 km) Kent alanı, bir o kadar bahçeler
Ve bir o kadar işlenmemiş toprağı kaplıyor İştar (İnanna) Tapınağı,
Gör işte bu Üç Şar üzerinde nasıl kurulduğunu Uruk'un,
Git ara şimdi bakır çekmeceyi, çevir bronz halkasını,
Aç gizli kanadını ve çıkar oradan gök mavisi anıt taşını,
Anlamak için Gılgamış'ın bunca serüvenden nasıl geçtiğini.
( Bottero burada şu bilgileri veriyor: “ Başlıca yapıların, tapınakların ya da sarayların temellerine, binayı yaptıran hükümdarın adına yazılmış "kuruluş belgelerini" içeren çekmeceler gömülürdü. Bu nedenle, Gılgamış'ın kendi kahramanlıklarını, bir tür otobiyografi gibi, değerli bir "lacivert-gök mavisi tablet" üzerine yazmış olduğu sanılıyor.”
Siz de ister miydiniz o bakır çekmeceyi bulmayı, bronz halkasını çevirip gizli bölmesini açmayı ve içindeki gök mavisi anıt taşına ulaşmayı? Eğer istiyorsanız, işte buldunuz. O gök mavisi taşta Gılgamış Destanı yazıyordu ve siz şu anda onu okuyorsunuz. )
Uruk'un bir boğa kadar güçlü, ünlü, yiğit, gözde evladı, eşsiz hükümdar,
Düşer adamlarının önüne, ya da peşlerinden giderek yüreklendirirdi onları,
Kahraman savaşçı birliklerinin koruyucusu,
Taş duvarları bile yerle bir eden taşkın su seli,
( Gılgamış ve adamları taşkın su seline benzetiliyor. Bu benzetme, daha sonraları Tevrat, İncil ve Kuran’da da anlatılacak olan Nuh tufanının düğüm noktalarından biridir. )
Böyleydi işte Lugalbanda'nın oğlu, Yüce İnek, Dişi Manda Ninsuna'nın evladı,
( Boğa eski toplumlarda gücün ve krallığın sembolüydü. Bu nedenle ana kraliçe de aynı sembol ile ifade ediliyor. )
Böyleydi işte görkemli, göz kamaştırıcı Gılgamış,
O açtı dağlarda geçitleri, O açtı dağlarda kuyuları,
Aştı denizi, engin denizi, Güneş'in doğduğu yere kadar.
Ve bulmak için ölümsüz hayatı,
Oydu her tehlikeyi göze alarak yaratılışı araştıran,
Tufan'ın yerle bir ettiği tapınakları yeniden kuran,
Uzaktaki Utanapişti'ye (Nuh'a) kadar,
( Bottero bu satırda, Akadca “ölümsüz hayat” anlamına gelen Uta.na.piştim kelimesinin Sümercedeki Zi.u.sud.ra söylenişine geçiyor ve kelimelerin zaman içinde nasıl değiştiğini açıklıyor. Bu açıklamaların arasında “uzak” anlamına gelen Akadca bir kelime var, “rügu”. Bu kelime bana namazın esaslarından “rüku” kelimesini hatırlatıyor, zira rüku eğilişinin arkasından yapılan secde kapanışı da yakınlık demek. )
Kimselere değil, sadece ona vergiydi hükümdarlık,
Kim diyebildi onun gibi; "Kral benim, sadece benim!" diye,
Dünyaya geldiğinden beri seçkin biriydi Gılgamış,
Üçte ikisi tanrı, üçte biri insandı,
( Destanın 10. bölümünü okurken “Urşanabi” isimli bir kayıkçı tanıyacağız. Bottero’nun söylediğine göre bu kelime “üçte iki yaratık” anlamına geliyormuş. Bu açıklamalar Sümerlerin insanı üç sınıfta tanımladığını gösteriyor;
1. Tanrılar 2. Tanrısal insanlar 3. İnsanlar.
Sonrasında insanları da üç sınıfa ayırıyorlar;
1. İnsanlar 2. İnsansı yaratıklar 3. Hayvanlar.
Bu ayrımı Kuran şöyle ifade eder; “ Yasakları çiğnemekte haddi aşanlara dedik; Aşağılık maymunlar olun. Araf 7/166”)
Ana tanrıça Mah tasarlamıştı bedenini, yüzünü ve de eşsiz gücünü,
Hayat doluydu, bir gelip bir gidiyordu Uruk'un surları arasında,
Bir boğa gibi başı dik, gücünü sergileyerek
Ve sallayarak havada parıldayan silahlarını,
Muhafızları sürekli tetikte bekliyordu emirlerini,
Ama kendi aralarında korkudan titriyorlardı Uruk'un yiğitleri,
Diyorlardı; " Gılgamış bırakmıyor bir oğulu babasına,
Gece ve gündüz kibrinden dolayı O,
Her ne kadar ağıllı Uruk'un güçlü ve görgülü çobanı ise de Gılgamış,
( Bu satırdaki çoban kelimesi üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Bu kelime tek tanrılı döneme geçildikten sonra da yaşamaya devam etmiş ve bütün peygamberler çoban olarak nitelenmişlerdir. Ayrıca, Rab kelimesinin çoban anlamı içerdiğini de hatırlamalıyız.)
Bırakmıyor yeni yetme bir kızı anasına, kız bir yiğide sözlü olsa bile,"
Onların dinmeyen yakınmalarını işiten Yüce Tanrılar,
Göklerin Tanrıları, seslendiler Uruk'un Tanrısına;
" Sen değil misin dünyaya getiren Gılgamış'ı,
Parıldayan silahlarını havada sallayan,
Muhafızları emirlerini sürekli tetikte bekleyen bu azgın boğayı?
Bırakmıyor bir oğulu babasına gece ve gündüz kibrinden,
Her ne kadar ağıllı Uruk'un güçlü ve görgülü çobanı ve uyruklarının kralı ise de,
Bırakmıyor yeni yetme bir kızı anasına, kız bir yiğide sözlü olsa bile,"
Sonunda onların yakınmalarını duydu Anu ve seslendiler Ulu Aruru'ya;
( Bottero, Aruru kelimesinin Ana Tanrıça adlarından biri olduğunu söylüyor. Burada dikkat çekici olan, en büyük tanrı olduğu halde Gök Tanrı Anu’nun bile insan yaratmak için başka bir ana tanrıçaya ihtiyaç duymasıdır. Gerçek yaratıcı tanrının kim olduğu konusundaki bu arayışlar, Sümer mitolojisinde toprak ve suya kadar uzanıyor ve orada son buluyor. Sümerler yeri göğü sorguluyor, ama toprağı ve suyu sorgulamıyorlar. Bunları ayrı kavramlar olarak görüyorlar. Onlara göre yer kelimesi insanları, gök kelimesi tanrıları anlatıyor. Su kelimesinden canlılığı, sular kelimesinden insan topluluklarını anlıyorlar. )
"Sen ki İnsanı yarattın, şimdi de kulak ver Anu'nun dediğine,
Yarat onun tarafından tasarlanmış Kasırga'ya denk düşen birini,
Varsın O ve Gılgamış dövüşsünler birbirleriyle, yeter ki huzura kavuşsun Uruk,"
Duyunca bu dileği, yerine getirdi Aruru Anu'nun dediğini,
Yıkayıp ellerini bir parça çamur aldı ve bozkıra bıraktı onu,
Ve orada bozkırda yarattı gözü pek Enkidu'yu,
Ve saldı dünyaya savaş tanrısı Ninurta gibi savaşçı Enkidu'yu,
Bir kadınınki gibiydi buğday başaklarını andıran kıvır kıvır saçları,
Hemcinslerinden habersiz, yabani bir hayvan gibiydi yaşamı,
Ceylanlarla birlikte otluyordu,
Subaşına gidiyordu sürüsünün peşinden ve onlarla birlikte giriyordu suya,
Ama günün birinde bir Avcı, tuzaklar kuran biri, yüz yüze geldi onunla subaşında,
Üst üste tam üç defa karşılaştı onunla subaşında ve Avcı donakaldı korkudan,
Ve Enkidu sürüsüyle birlikte dönünce inine, dehşete düştü Avcı,
Şaşkınlıktan dili tutuldu, yüzü sarardı,
Bir kaygı çöreklendi bağrına, daraldı göğsü,
Uzun bir yolculuktan dönen birinin yüzüne benziyordu yüzü,
Avcı o zaman açtı ağzını başladı söze ve seslendi babasına;
" Baba, bozkırdan gelmiş biri var ki ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisi,
Kasları da gökten inmiş bir kaya gibi güçlü,
Her zaman dağlarda dolaşıyor, her zaman sürüsüyle birlikte otluyor,
Her zaman suvatın (su başının) kıyılarında dolanıyor,
O kadar korktum ki yaklaşamadım yanına,
Bozdu avlanmak için kurduğum tuzakları, kopardı gerdiğim ağları,
Ve kaçırdı benden büyük ve küçükbaş hayvanları,
Bozkırda dolaşmamın mümkünü yok artık,"
Babası açtı ağzını başladı söze ve dedi Avcı’ya;
"Ey oğul, Uruk'ta yaşıyor Gılgamış,
Hiç kimse Onu alt edemedi daha,
Gök'ten inmiş bir kaya kadar güçlüdür kasları,
Var git oğul bul onu ve anlat ona bu yabani yaratığı,
Gılgamış aşk tapınağından bir Yosma katacak yanına,
Ve sen onunla birlikte gideceksin ava,
Bu er kişinin ne kadar güçlü olduğunu anlatacaksın Yosma'ya,
Subaşına gelince onun sürüsü,
Yosma soyunup tüm güzelliğini koyacak ortaya,
Ve onu böyle çıplak görünce atılacak üzerine,
O zaman düşman kesilecek ona kendi sürüsü,"
Yola koyuldu bulmak için Gılgamış'ı,
Babasının öğüdüne kulak veren Avcı,
Varıp Uruk'a şöyle dedi; " Dinle beni Gılgamış, dinle diyeceklerimi,
Bozkırdan gelmiş bir er kişi var, ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisidir O,
Gökten inmiş bir kaya gibi güçlüdür kasları,
Bozkırda dolaşıyor sürekli, sürüsüyle birlikte otluyor sürekli,
Suvatın kıyılarında dolanıyor sürekli,
O kadar korktum ki yaklaşamadım yanına,
Bozdu avlanmak için kurduğum tuzakları, kopardı gerdiğim ağları,
Ve kaçırdı benden büyük ve küçükbaş hayvanları,
Bozkırda dolaşmamın mümkünü yok artık,"
Gılgamış seslendi o Avcı'ya;
"Aşk Tapınağının Yosması ile birlikte git oraya,
Subaşına varınca sürü, Yosma soyunup tüm güzelliğini koyacak ortaya,
Ve görünce onu böyle çıplak atılacak üzerine,
O zaman düşman kesilecek ona kendi sürüsü,"
( Genç avcı henüz yeni öğreniyordu ama, gördüğünüz gibi babası ve Gılgamış ezbere biliyorlardı bu eski insan avı yöntemini. )
Avcı onun bu sözleri üzerine kattı Yosma'yı yanına ve yola koyuldular
Ve üç günün sonunda vardılar Avcı ile Yosma varacakları yere,
Orada, suvatın kıyılarında, tam iki gün beklediler,
Sonra oraya su içmeye geldi sürü, geldi hayvanlar susuzluklarını gidermeye,
Bozkırda doğup büyümüş Enkidu ot otluyordu ceylanlarla,
Sürüsüyle birlikte suvattan karnını doyuruyordu,
Su içiyordu suvattan kana kana hayvanlarla birlikte,
Yosma gördü onu, bu yabani yaratığı, bozkırın bu korkunç er kişisini,
"İşte O", dedi Avcı, "Soyun Yosma, göster oranı ki şehvete gelsin
Ve korkma onu bitkin düşürmekten,
Atılacak üstüne seni böyle çırılçıplak görünce,
Yere at giysini uzansın diye senin üstüne
Ve göster bu yabaniye tüm dişiliğini,
Düşman kesilecek ona kendi sürüsü O seni sevip okşarken,"
Ve Yosma başladı soyunmaya, çırılçıplak görünmek için ona,
Sevişmekten yorgun düşsün diye giysisini bırakıverince yere,
Enkidu abandı üzerine ve gösterdi Yosma bu yabaniye tüm dişiliğini,
Mırıldanarak okşarken onu kızıştı Enkidu,
Tam altı gün yedi gece sevişti Yosma'yla,
Doyunca kadından aldığı zevke,
Davrandı tekrar katılmak üzere sürüsüne,
Ama sıçrayıp kaçmaya başladı ceylanlar Enkidu'yu görünce
Ve uzaklaştılar ondan yaban hayvanları,
Gitmek istedi peşlerinden, fakat sevişmekten bitkin düşmüş,
Titreyen dizleri el vermedi hayvanlara yetişmeye,
Tükendiği için gücü kuvveti, koşamıyordu eskisi gibi,
Aklı başına gelmiş, anlamıştı olup biteni,
Gidip oturdu Yosmanın dizleri dibine,
Gözlerine bakarak kulak verdi sözlerine,
Yosma şöyle dedi ona; "Sen yakışıklısın Enkidu, bir tanrı gibisin,
Ne diye hayvanlarla birlikte başıboş dolaşıyorsun bozkırda?
Bırak götüreyim seni ağıllı Uruk' a, Anu ile İştar'ın Kutsal Tapınağı'na,
Orada yaşıyor en yiğitleri bile alt eden bir boğa kadar güçlü Gılgamış,"
Hoşuna gidiyordu Onun kışkırtıcı sözleri, sezinliyordu bir dosta kavuştuğunu,
Şöyle dedi Enkidu Yosma'ya; " Gel gidelim, götür beni Anu ile İştar'ın tapınağına,
En yiğitleri bile alt eden, bir boğa gibi güçlü Gılgamış'ın yaşadığı yere,
Yenişeceğim onunla ve çetin bir dövüş olacak bu
Ve haykıracağım Uruk' un orta yerinde, en güçlü benim diye,
Varır varmaz oraya değiştireceğim gidişatını her şeyin,
Bozkırda doğan, en güçlü ve en kuvvetli olacak,"
“ Hadi gel gidelim”, dedi Yosma, “Bulalım onu, göstereceğim sana Gılgamış'ı
Çünkü biliyorum Onun nerede olduğunu,
Gel gidelim Enkidu ağıllı Uruk'a, süslü kemerler kuşanan yiğitlerin bulunduğu yere,
Her gün bir bayramın kutlandığı yere, davulların gün boyu çalındığı yere,
Güzeller güzeli Yosmaların işve dolu çığlıklar attıkları yere,
En yaşlı kişilerin bile geceleyin yataklarını terk ettikleri yere.
Enkidu, sen ki yaşamak nedir bilmiyordun,
Göstereceğim sana Gılgamış'ı, bu sakin ve korkusuz insanı,
Bakınca yüzüne, göreceksin ne kadar olgun,
Ne kadar güçlü ve heybetli olduğunu,
Üstelik alımlıdır vücudu, senden güçlüdür O,
Yorulmak nedir bilmez gece ve gündüz,
Bırak artık böbürlenmeyi Enkidu,
Şamaş sevgiyle sarmaladı onu
( Şamaş, Kuran’da Şems olarak geçen güneş tanrısıdır. Su tanrısı Enki’nin torunu, Ay tanrısı Sin’in oğludur. )
Ve hem Anu, hem de Enlil ile Enki akılla donattılar onu,
( Anu, büyükbaba olarak bilinen gök tanrıdır. Büyük oğlu Enlil nefes, rüzgar ve yel tanrısı, küçük oğlu Enki ise su ve toprak tanrısıdır. )
Sen yaşadığın bozkırdan gelmezden önce Uruk' a,
Gılgamış rüyasında gördü seni
Ve kalkar kalkmaz yataktan rüyalarını anlattı anasına,
Ana, bu geceki rüyamı anlatayım sana; Gökteki Yıldızlar çevrelerken beni,
Gök'ten inmiş bir göktaşı küt diye düştü yamacıma,
Davrandımsa da yerden kaldırmaya, mümkünü yoktu kaldırmamın,
Yerinden oynatmaya yeltendimse de, kımıldatamıyordum bile,
Başına toplanmıştı Uruk'un ahalisi, halk kuşatmıştı çevresini,
İtişip kakışırken kalabalık, Yiğitler Onu görmek için koşuşmuştu,
Küçük bir çocukmuş gibi ayaklarını öpüyorlardı,
( 25 Mart 2016 tarihinde Papa Francis ile ilgili bir haber yayınlandı; " İsa çarmıha gerilmeden önceki son akşam yemeğinde 12 havarisinin ayaklarını yıkamış ve öpmüştü. Papa Francis her yıl tekrarlanan bu ritüelde bu yıl, Orta doğuda yaşanan göçmen krizine dikkat çekmek üzere 3'ü Müslüman, 3'ü Kıpti, 1'i Hindu ve 5' i Katolik 12 göçmenin ayaklarını yıkadı ve öptü."
6000 yıllık bu eski görüntüler, meleklerin Âdem’e secdesinin ilk örnekleridir. )
Bense okşuyordum onu sanki karımmış gibi,
Sonra ayaklarının dibine getirdim onu
Ve sen kucakladın onu hiç ayrım gözetmeden sanki benmişim gibi,
Gılgamış'ın her şeyi bilen bilge anası şöyle dedi oğluna,
Her şeyi bilen bilge, dişi Manda Ninsuna şöyle dedi Gılgamış’a,
"Gökteki Yıldızlar koruyucularındır senin,
Gökten inip küt diye yamacına düşen,
Davrandınsa da yerden kaldırmaya, kaldıramayacağın kadar ağır olan,
Yerinden oynatmaya yeltendiğin halde kımıldatamadığın
Ve sonunda ayaklarımın dibine koyduğun
Ve benim hiç ayrım gözetmeden sanki senmişsin gibi kucakladığım
Ve sanki karınmış gibi okşadığın bu gök taşı,
Güçlü bir arkadaş, yardımına koşan bir dost olacaktır sana,
Ülkenin en güçlüsü en kuvvetlisidir O,
Sanki karınmış gibi okşadığın, gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlüdür,
Çünkü O asla terk etmeyecektir seni, rüyan harikulade ve hayra alamettir,"
( Bu satırlar Destanın ilk okunduğu yıllardan bu yana eşcinselliği konu alan bir tartışmaya neden olmuştur. Prof.Jean Bottero Destanda Enkidunun karısından söz edildiğini ve bu iddiayı ciddiye alacak bir veri olmadığını söylüyor. Gılgamış Destanının Mustafa Ramazanoğlu tarafından yapılan ilk Türkçe tercümesinde hocalık yapan Alman Prof. Benno Landsberger ise şöyle diyor; “Burada eşcinsel ilişkiden söz edildiği açıktır. Ancak bu anlatım gerçek iki insan arasındaki bir ilişkiyi yansıtmıyor. Destanın yazarı toplumsal bir gerçeği büyük bir ustalıkla rüyaya dönüştürerek toplumsal bir mesaj veriyor.” )
Gılgamış bir kez daha seslendi anasına; "Ana bir rüya daha gördüm,
Ağıllı Uruk'ta bir Nacak konmuştu yol ortasına,
( Nacak kısa saplı el baltasıdır ve o yılların en önemli silahlarından biriydi. )
Herkesin ilgisini çekmişti, Uruk'un ahalisi başına üşüşmüştü onun,
Halk başına üşüşmüştü, kalabalık koşuşturuyordu Onu görmek için,
Bense ayaklarının dibine koydum onu
Ve sevip okşuyordum sanki karımmış gibi,
( Aynı cinsel rüyanın bu defa nacak suretinde sunuluyor olması Landberger’in haklı olduğunu gösteriyor. Bu satırlar, dinlerin eşcinselliğe karşı aldığı eğitici bir önlemdir. Toplumsal bir gerçek rüyaya dönüştürülerek unutturuluyor ve yerine nacak/silah kavramı ile özdeşleşen kan kardeşliği kavramı yerleştiriliyor. Sonraki asırlarda toplumlar bu esnek tavrı sertleştirmiş ve eşcinselliği ölümle cezalandırır olmuşlardır. )
Oysa sen hiç ayrım gözetmeden davranıyordun ona sanki benmişim gibi,"
Gılgamış'ın her şeyi bilen bilge anası şöyle dedi oğluna,
Her şeyi bilen bilge Dişi Manda Ninsuna, şöyle dedi Gılgamış'a,
"Ey oğul, gördüğün sevdiğin ve sanki karınmış gibi okşadığın,
Ve senden ayırt etmeden davrandığım Nacak,
Sana güçlü bir arkadaş, yardımına koşan bir dost olacak,
Ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisidir O,
Gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlüdür."
Ve Gılgamış açtı ağzını, şöyle dedi anasına;
" Meğer ne kadar talihliymişim ben,
Böyle bir dosta, bir sırdaşa kavuşacakmışım demek,
Böyle bir dost, bir sırdaştı kavuşmak istediğim.
Bunlardı işte Gılgamış'ın anasına açıkladığı rüyaları."
Ve Yosma anlatıyordu Enkidu'ya Gılgamış'ın bu rüyalarını,
( Yosma kimbilir kaçıncı defa ve kaçıncı Yabaniye anlatıyordu artık ezberlediği bu rüyaları?
Yosma deyip geçmeyin, fahişeler eski toplumlarda sosyal patlamaları engelleyen emniyet sigortası görevi görürler ve bu nedenle tanrılar tarafından kutsanıp korunurlarmış. Zaman içinde bozulup kazanç amacıyla kullanılır olmuşlar ve tek tanrılı dinler döneminde yasaklanmışlar. Buna rağmen o eski korumanın izlerini kutsal kitaplarda hala görmekteyiz. Örneğin Kuran Nisa 4/25 ayetinde, kadını kötüye kullanan sahibini sorumlu tuttuğu için fahişelere uygulanan cezayı yarıya indirir.
Bu koruma İncilde daha açıktır ve İsa doğrudan fahişelerin yanında yer alıp şöyle der; “Size doğrusunu söyleyeyim, vergi görevlileriyle fahişeler, Tanrı`nın Egemenliği`ne sizden önce giriyorlar. Yahya size doğruluk yolunu göstermeye geldi, ona inanmadınız. Oysa vergi görevlileriyle fahişeler ona inandılar. Siz bunu gördükten sonra bile pişman olup ona inanmadınız. Matta 21: 31-32”
Bu yapı, kanunla düzenlenmiş genelev adı verilen mekânlarda günümüzde bile hala yaşamaktadır. )
Suvatın kıyısında yalnız kalmışlardı ve Yosma sürdürüyordu okşayışlarını.
(Birinci tabletin sonu)
Ve Yedi Bilge atmamış mıydı temellerini?
( Bottero diyorki; "Bir söylenceye göre insanın ve kültürün yaratıcısı, Tanrı Enki'nin eğitip yetiştirdiği Yedi Bilgedir. Yaşam için gerekli teknik bilgileri tüm ülkeye yaymışlardı. Giriştikleri her işi başarmalarını beklemek bir gelenekti.")
İşte Bir Şar (2 km x 2 km) Kent alanı, bir o kadar bahçeler
Ve bir o kadar işlenmemiş toprağı kaplıyor İştar (İnanna) Tapınağı,
Gör işte bu Üç Şar üzerinde nasıl kurulduğunu Uruk'un,
Git ara şimdi bakır çekmeceyi, çevir bronz halkasını,
Aç gizli kanadını ve çıkar oradan gök mavisi anıt taşını,
Anlamak için Gılgamış'ın bunca serüvenden nasıl geçtiğini.
( Bottero burada şu bilgileri veriyor: “ Başlıca yapıların, tapınakların ya da sarayların temellerine, binayı yaptıran hükümdarın adına yazılmış "kuruluş belgelerini" içeren çekmeceler gömülürdü. Bu nedenle, Gılgamış'ın kendi kahramanlıklarını, bir tür otobiyografi gibi, değerli bir "lacivert-gök mavisi tablet" üzerine yazmış olduğu sanılıyor.”
Siz de ister miydiniz o bakır çekmeceyi bulmayı, bronz halkasını çevirip gizli bölmesini açmayı ve içindeki gök mavisi anıt taşına ulaşmayı? Eğer istiyorsanız, işte buldunuz. O gök mavisi taşta Gılgamış Destanı yazıyordu ve siz şu anda onu okuyorsunuz. )
Uruk'un bir boğa kadar güçlü, ünlü, yiğit, gözde evladı, eşsiz hükümdar,
Düşer adamlarının önüne, ya da peşlerinden giderek yüreklendirirdi onları,
Kahraman savaşçı birliklerinin koruyucusu,
Taş duvarları bile yerle bir eden taşkın su seli,
( Gılgamış ve adamları taşkın su seline benzetiliyor. Bu benzetme, daha sonraları Tevrat, İncil ve Kuran’da da anlatılacak olan Nuh tufanının düğüm noktalarından biridir. )
Böyleydi işte Lugalbanda'nın oğlu, Yüce İnek, Dişi Manda Ninsuna'nın evladı,
( Boğa eski toplumlarda gücün ve krallığın sembolüydü. Bu nedenle ana kraliçe de aynı sembol ile ifade ediliyor. )
Böyleydi işte görkemli, göz kamaştırıcı Gılgamış,
O açtı dağlarda geçitleri, O açtı dağlarda kuyuları,
Aştı denizi, engin denizi, Güneş'in doğduğu yere kadar.
Ve bulmak için ölümsüz hayatı,
Oydu her tehlikeyi göze alarak yaratılışı araştıran,
Tufan'ın yerle bir ettiği tapınakları yeniden kuran,
Uzaktaki Utanapişti'ye (Nuh'a) kadar,
( Bottero bu satırda, Akadca “ölümsüz hayat” anlamına gelen Uta.na.piştim kelimesinin Sümercedeki Zi.u.sud.ra söylenişine geçiyor ve kelimelerin zaman içinde nasıl değiştiğini açıklıyor. Bu açıklamaların arasında “uzak” anlamına gelen Akadca bir kelime var, “rügu”. Bu kelime bana namazın esaslarından “rüku” kelimesini hatırlatıyor, zira rüku eğilişinin arkasından yapılan secde kapanışı da yakınlık demek. )
Kimselere değil, sadece ona vergiydi hükümdarlık,
Kim diyebildi onun gibi; "Kral benim, sadece benim!" diye,
Dünyaya geldiğinden beri seçkin biriydi Gılgamış,
Üçte ikisi tanrı, üçte biri insandı,
( Destanın 10. bölümünü okurken “Urşanabi” isimli bir kayıkçı tanıyacağız. Bottero’nun söylediğine göre bu kelime “üçte iki yaratık” anlamına geliyormuş. Bu açıklamalar Sümerlerin insanı üç sınıfta tanımladığını gösteriyor;
1. Tanrılar 2. Tanrısal insanlar 3. İnsanlar.
Sonrasında insanları da üç sınıfa ayırıyorlar;
1. İnsanlar 2. İnsansı yaratıklar 3. Hayvanlar.
Bu ayrımı Kuran şöyle ifade eder; “ Yasakları çiğnemekte haddi aşanlara dedik; Aşağılık maymunlar olun. Araf 7/166”)
Ana tanrıça Mah tasarlamıştı bedenini, yüzünü ve de eşsiz gücünü,
Hayat doluydu, bir gelip bir gidiyordu Uruk'un surları arasında,
Bir boğa gibi başı dik, gücünü sergileyerek
Ve sallayarak havada parıldayan silahlarını,
Muhafızları sürekli tetikte bekliyordu emirlerini,
Ama kendi aralarında korkudan titriyorlardı Uruk'un yiğitleri,
Diyorlardı; " Gılgamış bırakmıyor bir oğulu babasına,
Gece ve gündüz kibrinden dolayı O,
Her ne kadar ağıllı Uruk'un güçlü ve görgülü çobanı ise de Gılgamış,
( Bu satırdaki çoban kelimesi üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Bu kelime tek tanrılı döneme geçildikten sonra da yaşamaya devam etmiş ve bütün peygamberler çoban olarak nitelenmişlerdir. Ayrıca, Rab kelimesinin çoban anlamı içerdiğini de hatırlamalıyız.)
Bırakmıyor yeni yetme bir kızı anasına, kız bir yiğide sözlü olsa bile,"
Onların dinmeyen yakınmalarını işiten Yüce Tanrılar,
Göklerin Tanrıları, seslendiler Uruk'un Tanrısına;
" Sen değil misin dünyaya getiren Gılgamış'ı,
Parıldayan silahlarını havada sallayan,
Muhafızları emirlerini sürekli tetikte bekleyen bu azgın boğayı?
Bırakmıyor bir oğulu babasına gece ve gündüz kibrinden,
Her ne kadar ağıllı Uruk'un güçlü ve görgülü çobanı ve uyruklarının kralı ise de,
Bırakmıyor yeni yetme bir kızı anasına, kız bir yiğide sözlü olsa bile,"
Sonunda onların yakınmalarını duydu Anu ve seslendiler Ulu Aruru'ya;
( Bottero, Aruru kelimesinin Ana Tanrıça adlarından biri olduğunu söylüyor. Burada dikkat çekici olan, en büyük tanrı olduğu halde Gök Tanrı Anu’nun bile insan yaratmak için başka bir ana tanrıçaya ihtiyaç duymasıdır. Gerçek yaratıcı tanrının kim olduğu konusundaki bu arayışlar, Sümer mitolojisinde toprak ve suya kadar uzanıyor ve orada son buluyor. Sümerler yeri göğü sorguluyor, ama toprağı ve suyu sorgulamıyorlar. Bunları ayrı kavramlar olarak görüyorlar. Onlara göre yer kelimesi insanları, gök kelimesi tanrıları anlatıyor. Su kelimesinden canlılığı, sular kelimesinden insan topluluklarını anlıyorlar. )
"Sen ki İnsanı yarattın, şimdi de kulak ver Anu'nun dediğine,
Yarat onun tarafından tasarlanmış Kasırga'ya denk düşen birini,
Varsın O ve Gılgamış dövüşsünler birbirleriyle, yeter ki huzura kavuşsun Uruk,"
Duyunca bu dileği, yerine getirdi Aruru Anu'nun dediğini,
Yıkayıp ellerini bir parça çamur aldı ve bozkıra bıraktı onu,
Ve orada bozkırda yarattı gözü pek Enkidu'yu,
Ve saldı dünyaya savaş tanrısı Ninurta gibi savaşçı Enkidu'yu,
Bir kadınınki gibiydi buğday başaklarını andıran kıvır kıvır saçları,
Hemcinslerinden habersiz, yabani bir hayvan gibiydi yaşamı,
Ceylanlarla birlikte otluyordu,
Subaşına gidiyordu sürüsünün peşinden ve onlarla birlikte giriyordu suya,
Ama günün birinde bir Avcı, tuzaklar kuran biri, yüz yüze geldi onunla subaşında,
Üst üste tam üç defa karşılaştı onunla subaşında ve Avcı donakaldı korkudan,
Ve Enkidu sürüsüyle birlikte dönünce inine, dehşete düştü Avcı,
Şaşkınlıktan dili tutuldu, yüzü sarardı,
Bir kaygı çöreklendi bağrına, daraldı göğsü,
Uzun bir yolculuktan dönen birinin yüzüne benziyordu yüzü,
Avcı o zaman açtı ağzını başladı söze ve seslendi babasına;
" Baba, bozkırdan gelmiş biri var ki ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisi,
Kasları da gökten inmiş bir kaya gibi güçlü,
Her zaman dağlarda dolaşıyor, her zaman sürüsüyle birlikte otluyor,
Her zaman suvatın (su başının) kıyılarında dolanıyor,
O kadar korktum ki yaklaşamadım yanına,
Bozdu avlanmak için kurduğum tuzakları, kopardı gerdiğim ağları,
Ve kaçırdı benden büyük ve küçükbaş hayvanları,
Bozkırda dolaşmamın mümkünü yok artık,"
Babası açtı ağzını başladı söze ve dedi Avcı’ya;
"Ey oğul, Uruk'ta yaşıyor Gılgamış,
Hiç kimse Onu alt edemedi daha,
Gök'ten inmiş bir kaya kadar güçlüdür kasları,
Var git oğul bul onu ve anlat ona bu yabani yaratığı,
Gılgamış aşk tapınağından bir Yosma katacak yanına,
Ve sen onunla birlikte gideceksin ava,
Bu er kişinin ne kadar güçlü olduğunu anlatacaksın Yosma'ya,
Subaşına gelince onun sürüsü,
Yosma soyunup tüm güzelliğini koyacak ortaya,
Ve onu böyle çıplak görünce atılacak üzerine,
O zaman düşman kesilecek ona kendi sürüsü,"
Yola koyuldu bulmak için Gılgamış'ı,
Babasının öğüdüne kulak veren Avcı,
Varıp Uruk'a şöyle dedi; " Dinle beni Gılgamış, dinle diyeceklerimi,
Bozkırdan gelmiş bir er kişi var, ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisidir O,
Gökten inmiş bir kaya gibi güçlüdür kasları,
Bozkırda dolaşıyor sürekli, sürüsüyle birlikte otluyor sürekli,
Suvatın kıyılarında dolanıyor sürekli,
O kadar korktum ki yaklaşamadım yanına,
Bozdu avlanmak için kurduğum tuzakları, kopardı gerdiğim ağları,
Ve kaçırdı benden büyük ve küçükbaş hayvanları,
Bozkırda dolaşmamın mümkünü yok artık,"
Gılgamış seslendi o Avcı'ya;
"Aşk Tapınağının Yosması ile birlikte git oraya,
Subaşına varınca sürü, Yosma soyunup tüm güzelliğini koyacak ortaya,
Ve görünce onu böyle çıplak atılacak üzerine,
O zaman düşman kesilecek ona kendi sürüsü,"
( Genç avcı henüz yeni öğreniyordu ama, gördüğünüz gibi babası ve Gılgamış ezbere biliyorlardı bu eski insan avı yöntemini. )
Avcı onun bu sözleri üzerine kattı Yosma'yı yanına ve yola koyuldular
Ve üç günün sonunda vardılar Avcı ile Yosma varacakları yere,
Orada, suvatın kıyılarında, tam iki gün beklediler,
Sonra oraya su içmeye geldi sürü, geldi hayvanlar susuzluklarını gidermeye,
Bozkırda doğup büyümüş Enkidu ot otluyordu ceylanlarla,
Sürüsüyle birlikte suvattan karnını doyuruyordu,
Su içiyordu suvattan kana kana hayvanlarla birlikte,
Yosma gördü onu, bu yabani yaratığı, bozkırın bu korkunç er kişisini,
"İşte O", dedi Avcı, "Soyun Yosma, göster oranı ki şehvete gelsin
Ve korkma onu bitkin düşürmekten,
Atılacak üstüne seni böyle çırılçıplak görünce,
Yere at giysini uzansın diye senin üstüne
Ve göster bu yabaniye tüm dişiliğini,
Düşman kesilecek ona kendi sürüsü O seni sevip okşarken,"
Ve Yosma başladı soyunmaya, çırılçıplak görünmek için ona,
Sevişmekten yorgun düşsün diye giysisini bırakıverince yere,
Enkidu abandı üzerine ve gösterdi Yosma bu yabaniye tüm dişiliğini,
Mırıldanarak okşarken onu kızıştı Enkidu,
Tam altı gün yedi gece sevişti Yosma'yla,
Doyunca kadından aldığı zevke,
Davrandı tekrar katılmak üzere sürüsüne,
Ama sıçrayıp kaçmaya başladı ceylanlar Enkidu'yu görünce
Ve uzaklaştılar ondan yaban hayvanları,
Gitmek istedi peşlerinden, fakat sevişmekten bitkin düşmüş,
Titreyen dizleri el vermedi hayvanlara yetişmeye,
Tükendiği için gücü kuvveti, koşamıyordu eskisi gibi,
Aklı başına gelmiş, anlamıştı olup biteni,
Gidip oturdu Yosmanın dizleri dibine,
Gözlerine bakarak kulak verdi sözlerine,
Yosma şöyle dedi ona; "Sen yakışıklısın Enkidu, bir tanrı gibisin,
Ne diye hayvanlarla birlikte başıboş dolaşıyorsun bozkırda?
Bırak götüreyim seni ağıllı Uruk' a, Anu ile İştar'ın Kutsal Tapınağı'na,
Orada yaşıyor en yiğitleri bile alt eden bir boğa kadar güçlü Gılgamış,"
Hoşuna gidiyordu Onun kışkırtıcı sözleri, sezinliyordu bir dosta kavuştuğunu,
Şöyle dedi Enkidu Yosma'ya; " Gel gidelim, götür beni Anu ile İştar'ın tapınağına,
En yiğitleri bile alt eden, bir boğa gibi güçlü Gılgamış'ın yaşadığı yere,
Yenişeceğim onunla ve çetin bir dövüş olacak bu
Ve haykıracağım Uruk' un orta yerinde, en güçlü benim diye,
Varır varmaz oraya değiştireceğim gidişatını her şeyin,
Bozkırda doğan, en güçlü ve en kuvvetli olacak,"
“ Hadi gel gidelim”, dedi Yosma, “Bulalım onu, göstereceğim sana Gılgamış'ı
Çünkü biliyorum Onun nerede olduğunu,
Gel gidelim Enkidu ağıllı Uruk'a, süslü kemerler kuşanan yiğitlerin bulunduğu yere,
Her gün bir bayramın kutlandığı yere, davulların gün boyu çalındığı yere,
Güzeller güzeli Yosmaların işve dolu çığlıklar attıkları yere,
En yaşlı kişilerin bile geceleyin yataklarını terk ettikleri yere.
Enkidu, sen ki yaşamak nedir bilmiyordun,
Göstereceğim sana Gılgamış'ı, bu sakin ve korkusuz insanı,
Bakınca yüzüne, göreceksin ne kadar olgun,
Ne kadar güçlü ve heybetli olduğunu,
Üstelik alımlıdır vücudu, senden güçlüdür O,
Yorulmak nedir bilmez gece ve gündüz,
Bırak artık böbürlenmeyi Enkidu,
Şamaş sevgiyle sarmaladı onu
( Şamaş, Kuran’da Şems olarak geçen güneş tanrısıdır. Su tanrısı Enki’nin torunu, Ay tanrısı Sin’in oğludur. )
Ve hem Anu, hem de Enlil ile Enki akılla donattılar onu,
( Anu, büyükbaba olarak bilinen gök tanrıdır. Büyük oğlu Enlil nefes, rüzgar ve yel tanrısı, küçük oğlu Enki ise su ve toprak tanrısıdır. )
Sen yaşadığın bozkırdan gelmezden önce Uruk' a,
Gılgamış rüyasında gördü seni
Ve kalkar kalkmaz yataktan rüyalarını anlattı anasına,
Ana, bu geceki rüyamı anlatayım sana; Gökteki Yıldızlar çevrelerken beni,
Gök'ten inmiş bir göktaşı küt diye düştü yamacıma,
Davrandımsa da yerden kaldırmaya, mümkünü yoktu kaldırmamın,
Yerinden oynatmaya yeltendimse de, kımıldatamıyordum bile,
Başına toplanmıştı Uruk'un ahalisi, halk kuşatmıştı çevresini,
İtişip kakışırken kalabalık, Yiğitler Onu görmek için koşuşmuştu,
Küçük bir çocukmuş gibi ayaklarını öpüyorlardı,
( 25 Mart 2016 tarihinde Papa Francis ile ilgili bir haber yayınlandı; " İsa çarmıha gerilmeden önceki son akşam yemeğinde 12 havarisinin ayaklarını yıkamış ve öpmüştü. Papa Francis her yıl tekrarlanan bu ritüelde bu yıl, Orta doğuda yaşanan göçmen krizine dikkat çekmek üzere 3'ü Müslüman, 3'ü Kıpti, 1'i Hindu ve 5' i Katolik 12 göçmenin ayaklarını yıkadı ve öptü."
6000 yıllık bu eski görüntüler, meleklerin Âdem’e secdesinin ilk örnekleridir. )
Bense okşuyordum onu sanki karımmış gibi,
Sonra ayaklarının dibine getirdim onu
Ve sen kucakladın onu hiç ayrım gözetmeden sanki benmişim gibi,
Gılgamış'ın her şeyi bilen bilge anası şöyle dedi oğluna,
Her şeyi bilen bilge, dişi Manda Ninsuna şöyle dedi Gılgamış’a,
"Gökteki Yıldızlar koruyucularındır senin,
Gökten inip küt diye yamacına düşen,
Davrandınsa da yerden kaldırmaya, kaldıramayacağın kadar ağır olan,
Yerinden oynatmaya yeltendiğin halde kımıldatamadığın
Ve sonunda ayaklarımın dibine koyduğun
Ve benim hiç ayrım gözetmeden sanki senmişsin gibi kucakladığım
Ve sanki karınmış gibi okşadığın bu gök taşı,
Güçlü bir arkadaş, yardımına koşan bir dost olacaktır sana,
Ülkenin en güçlüsü en kuvvetlisidir O,
Sanki karınmış gibi okşadığın, gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlüdür,
Çünkü O asla terk etmeyecektir seni, rüyan harikulade ve hayra alamettir,"
( Bu satırlar Destanın ilk okunduğu yıllardan bu yana eşcinselliği konu alan bir tartışmaya neden olmuştur. Prof.Jean Bottero Destanda Enkidunun karısından söz edildiğini ve bu iddiayı ciddiye alacak bir veri olmadığını söylüyor. Gılgamış Destanının Mustafa Ramazanoğlu tarafından yapılan ilk Türkçe tercümesinde hocalık yapan Alman Prof. Benno Landsberger ise şöyle diyor; “Burada eşcinsel ilişkiden söz edildiği açıktır. Ancak bu anlatım gerçek iki insan arasındaki bir ilişkiyi yansıtmıyor. Destanın yazarı toplumsal bir gerçeği büyük bir ustalıkla rüyaya dönüştürerek toplumsal bir mesaj veriyor.” )
Gılgamış bir kez daha seslendi anasına; "Ana bir rüya daha gördüm,
Ağıllı Uruk'ta bir Nacak konmuştu yol ortasına,
( Nacak kısa saplı el baltasıdır ve o yılların en önemli silahlarından biriydi. )
Herkesin ilgisini çekmişti, Uruk'un ahalisi başına üşüşmüştü onun,
Halk başına üşüşmüştü, kalabalık koşuşturuyordu Onu görmek için,
Bense ayaklarının dibine koydum onu
Ve sevip okşuyordum sanki karımmış gibi,
( Aynı cinsel rüyanın bu defa nacak suretinde sunuluyor olması Landberger’in haklı olduğunu gösteriyor. Bu satırlar, dinlerin eşcinselliğe karşı aldığı eğitici bir önlemdir. Toplumsal bir gerçek rüyaya dönüştürülerek unutturuluyor ve yerine nacak/silah kavramı ile özdeşleşen kan kardeşliği kavramı yerleştiriliyor. Sonraki asırlarda toplumlar bu esnek tavrı sertleştirmiş ve eşcinselliği ölümle cezalandırır olmuşlardır. )
Oysa sen hiç ayrım gözetmeden davranıyordun ona sanki benmişim gibi,"
Gılgamış'ın her şeyi bilen bilge anası şöyle dedi oğluna,
Her şeyi bilen bilge Dişi Manda Ninsuna, şöyle dedi Gılgamış'a,
"Ey oğul, gördüğün sevdiğin ve sanki karınmış gibi okşadığın,
Ve senden ayırt etmeden davrandığım Nacak,
Sana güçlü bir arkadaş, yardımına koşan bir dost olacak,
Ülkenin en güçlüsü, en kuvvetlisidir O,
Gök'ten inmiş bir kaya gibi güçlüdür."
Ve Gılgamış açtı ağzını, şöyle dedi anasına;
" Meğer ne kadar talihliymişim ben,
Böyle bir dosta, bir sırdaşa kavuşacakmışım demek,
Böyle bir dost, bir sırdaştı kavuşmak istediğim.
Bunlardı işte Gılgamış'ın anasına açıkladığı rüyaları."
Ve Yosma anlatıyordu Enkidu'ya Gılgamış'ın bu rüyalarını,
( Yosma kimbilir kaçıncı defa ve kaçıncı Yabaniye anlatıyordu artık ezberlediği bu rüyaları?
Yosma deyip geçmeyin, fahişeler eski toplumlarda sosyal patlamaları engelleyen emniyet sigortası görevi görürler ve bu nedenle tanrılar tarafından kutsanıp korunurlarmış. Zaman içinde bozulup kazanç amacıyla kullanılır olmuşlar ve tek tanrılı dinler döneminde yasaklanmışlar. Buna rağmen o eski korumanın izlerini kutsal kitaplarda hala görmekteyiz. Örneğin Kuran Nisa 4/25 ayetinde, kadını kötüye kullanan sahibini sorumlu tuttuğu için fahişelere uygulanan cezayı yarıya indirir.
Bu koruma İncilde daha açıktır ve İsa doğrudan fahişelerin yanında yer alıp şöyle der; “Size doğrusunu söyleyeyim, vergi görevlileriyle fahişeler, Tanrı`nın Egemenliği`ne sizden önce giriyorlar. Yahya size doğruluk yolunu göstermeye geldi, ona inanmadınız. Oysa vergi görevlileriyle fahişeler ona inandılar. Siz bunu gördükten sonra bile pişman olup ona inanmadınız. Matta 21: 31-32”
Bu yapı, kanunla düzenlenmiş genelev adı verilen mekânlarda günümüzde bile hala yaşamaktadır. )
Suvatın kıyısında yalnız kalmışlardı ve Yosma sürdürüyordu okşayışlarını.
(Birinci tabletin sonu)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder